Yelbuğa'ya sultanlık teklif olunuyor, kabul etmiyor. Bunun üzerine evvelce hal edilmiş olan "Hacı" lehinde reyler takarrür ediyor. Evvelki sultanlığında takındığı "Salih" unvanını bırakarak yerine "Mansur" unvanını alıyor. Berkuk dahi Kerek'e gönderiliyor.
Berkuk, sultanlığı zamanında halkı hoşnut etmek ve umumî efkârı kazanmak için birtakım vergi ve resimleri kaldırmıştı. Bunlar arasında Antep’ten tuz resmini, Bire (Birecik)'ten de un resmini ilga etmiştir.
Hicrî 790, M. 1388 tarihlerine tesadüf eden şu vaka bizim için dikkate şayandır. Antep’in 800 Hicrî tarihinden sonra inkişaf ettiği kanaatim şu bir tek muamele yıkmaya kâfidir. Antep, eğer münkeşif bir şehir olmasa idi; ehemmiyete değer bir tuz istihlâki bulunmasa idi, buradan tuz resmini kaldırmak pek mânâsız bir şey olurdu. Vaktiyle yapılan bir hata, klasik bir malumat gibi herkesin zihnine saplanıp kalmıştır. Hatta son zamanlarda intişar ederek Ulusal Kütüphane'mizde çok derin bir boşluğu dolduran “Hayat Ansiklopedisi'nde" dahi maalesef bu yanlış fikre tesadüf ediyoruz. Bunu pek tabii görüyorum. Antep Halep vilayetine tâbi iken adı bile bilinmeyen bir şehir idi. İlk salnâmeciler bunu sathî bir görüşle böyle yazdılar. Bu, klişe bir malumat olarak aldı yürüdü.
Ulusal savaşta Antep, bütün nazarları kendi üzerine çektiği vakit mesele değişti. Arkeologların bu husustaki fikri birkaç sâhib-i himmet tarafından ortaya atıldı. Büyük hemşerimiz Aynî'nin Antep hakkındaki yazılarını meydana koydu. Bunlar olmasaydı bile Antep’in 800 Hicrî tarihinden daha çok evvel inkişaf etmiş olduğunu şu tuz istihlâk resminin kaldırılması ispat ederdi.
Yeni Sultan, Yelbuğa'yı ordular atabeyliğine ve hükümetinin niyâbetine tayin ettirdi. Çok geçmeden Yelbuğa ile Mantaş'ın arası açıldı. Kahire’de çarpıştılar. Yelbuğa mağlup oldu, yakalandı, İskenderiye’de hapsedildi.
Mantaş, Mısır'a hâkim olur olmaz, Kerek'te bulunan Berkuk'un katli çarelerini düşündü.
Halk, Kerek'te Berkuk'un lehine ayaklanıyor. Berkuk’un kuvveti gittikçe büyüyor. Mantaş ile müteaddit çarpışmalardan sonra nihayet galip geliyor. Berkuk, Sultan Hacı'yı hal ile yeniden sultan oluyor. (M. 1412, H. 814)
Yelbuğa hapishaneden çıkarılıyor. Mantaş ile harp ediyor. Bu harpte, Şam valisi Cabbâni maktul düştüğünden yerine Yelbuğa, Şam valisi oluyor. Kara Timurtaş da Halep’e vali gönderiliyor. Mantaş, Antep’e kaçmış idi. Berkukulmencegî lakabıyla anılan Emir Timurbuğa dahi Antep’e doğru yürüyebilmek için birçok mebaliğ ile Suriye’ye gönderiliyor.
Nihayet ordular, Antep’te bulunan Mantaş üzerine yürüdü. Mantaş, Maraş’a kaçtı. Orada taraftarlarından bir kimi kendisini bırakarak sultana arz-ı inkıyad eylediler. Buna rağmen Mantaş, Şam üzerine yürüdü. Şam'a girdi, saraya yerleşti.
Sonra Yelbuğa ile harp ediyor, bozuluyor; Türkmenlerle kaçmak çâresini buluyor. Bu keşmekeşlere bir nihayet vermek için Sultan, bir ordu ile bizzat Suriye’ye geçiyor. Şam'dan, Humus ve Hama'dan sonra Halep’e kadar geliyor.
Mantaş'ı, Salim namında birisi tutmuştu. Mardin Hâkimi de taraftarlarını yakaladı. Bunları almaya Halep Valisi Kara Timurtaş gitti. Salim, Mantaş'ı teslim etmedi; Mantaş ile beraber Sincar Kalesi'ne kaçtı. Mardin Hâkimi tuttuklarını kâmilen teslim etti.
Kara Timurtaş'ın arkasından, Mantaş'ı yakalamak için Yelbuğa dahi gitmiş idi. Mantaş'ın kurtulup kaçmasına canı sıkıldı; Karatimur’u şiddetle muahaza etti.
Yelbuğa'yı zaten çekemiyorlardı. Aleyhinde entrika çevirdiler. Yelbuğa'nın Mantaş'la gizlice fikir birliği yaptığına Sultanı ikna ettiler. Yelbuğa, Halep’te tevkif olundu ve öldürüldü.
Sultan, Kahire’ye döndükten sonra Mantaş, şurada burada talihini denedi. Nihayet Halep Valisi tarafından yakalandı. Kendisini düşman elinde görünce hançerini çekti, dört yerine sapladı fakat ölmedi. Halep Kalesi'ne götürüldü. Orada işkence edildi, kemikleri kırıldıktan sonra yakıldı. Başı kesilerek Halep’te mızrak ucunda teşhir olunduktan sonra Kahire’ye gönderildi.
Antep ve havalisinde birçok askerî hareketlere sebep olan bu iki kumandan böyle hazin bir âkıbete mâruz kaldılar.
Bununla gâile bitmiş olmuyordu.
Timur, Malatya’yı zapt ile Antep’e yaklaşmış bulunuyordu. (9 Muharrem 803). Suriye’ye bir dehşet çökmüş, Mısır’ı bir telaş almıştı. Timur’un Besni’yi alıp Antep yakınlarına geldiği (24 Safar / 803 M. 1392) haber alınınca Mısır dahi bu havâliye asker göndermeye karar verdi. Esenbuğa'yı Şam'a gönderdi.
Timur, Şam'a sefir gönderiyor. Namına Mısır'da hutbe okunmasını ve hapsedilen sefirin bırakılmasını teklif ediyor. Hâlbuki Şam Valisi Sudun, Timur’un sefirini öldürttü.
Berkuk, ikinci defa olarak dokuz sene sekiz ay hükümet sürdükten sonra (M. 1389, H. 801) tarihinde ölmüş; vasiyeti üzerine oğlu (Farac) sultan ilân olunmuştu.
Besni’yi aldıktan sonra Timur, Antep’e doğru yürüdü. Timurlenk, bütün ordusu ile Halep garbinde Bizaa'ya gitti. Bütün Suriye valileri Halep’te toplanmış idi. Mısır'dan muttasıl imdad istiyorlardı. Tarabulus Valisi Şeyh Mahmudî, yedi yüz süvari ile bir Tatar müfrezesine hücum etti. Dört zabit esir etti. Bunlar, şehrin kapılarına asıldılar. O zaman Halep'te; Şam Valisi Sudun, Hama Valisi Tokmak, Safat Valisi Altunbuğa, Gazze Valisi Ömer vardı. Hepsi de milisleri ile beraber gelmişlerdi. Bunlar, büyük bir ordu teşkil ediyordu. Antep’in zaptından sonra Timurlenk, Halep Valisi Timurtaş’a bir zabit gönderdi. Sefirini öldürtmüş olan Şam Valisi Sudun'un teslimini istedi. Timurtaş’la diğer valilerin aralarını bozacak ifadatta bulunduğu için Timurtaş, bu zabitin başını kestirdi.
Timurlenk, Halep civarında göründüğü vakit Suriye ordusu da şehir haricine karargâh kurdu. Bütün Halep sekenesi de ordunun arkasından gelmişti. İki taraf saf tertip edip harbe giriştikten sonra Suriye ordusu bozuldu ve ordunun arkalarından gelmiş olan çoluk çocuk bütün halkın sur kapısından şehre girişi çok feci oldu; birçokları at ayağı altında kalmış, hendekler cesetlerle dolmuştu. Halk ve mağlup ordu efradı ile beraber Timur’un askeri de sur kapısından şehre girdi. Valiler, kaleye sığındılar. Şehirde müthiş bir katliam başladı. Kalede mahsur olanlar, hayatlarına ilişilmemek üzere teslim oldular.
Hama'yı ve Humus'u aldıktan ve her tarafa akıncı kolları gönderip tahribat icra ettirdikten sonra Timur, Şam'a doğru ilerliyordu. Şam'daki Vali Vekili'ne Timurlenk, teslim teklifinde bulundu. Şam dâhilinde bir panik başlamıştı. Tahkimat icrası ve Mısır'dan sultanın gelip Şam'a girmesi, sükûneti iade etmişti.
İki gün sonra Sultan, harice karargâh kurdu. Harp devam ediyordu. Timurlenk, iki defa anlaşmayı teklif etti; kabul olunmadı. Bu sırada ümerâ ve Memlükler'den bir kısmı ordudan ayrıldı. Başka birisini tahta geçirmek istiyorlardı. Sultan gizlice Mısır’a savuştu. Nihayet Timur, Şam'a girdi. Burada seksen gün kaldı, bir çok tahribat icra etti. Sultan yeni bir ordu hazırlıyordu. Timur’dan mektup geldi. Mısırlılar elinde bulunan Atılmış'ı istiyordu. Sultan Faraç, bunu gönderdi. Mısır'ı istilâdan korumak için Timur’un gayesini kabul etti. (M. 1391, H. 803) Fakat bu, bazı emirler tarafından aleyhine fesat çevrilmesine vesile oldu.
Timur’un Suriye’yi istilâsı esnasında hasara uğrayan şehirleri üç sınıfa ayırabiliriz:
1- Tahrip olunan şehirler.
2- Yağma olunan şehirler.
3- Ahalinin korku neticesi bırakıp çıktığı şehirler.
Birinci kısımda: Malatya, Elbistan, Darende, Zıtra(?), Kahta, Gerger, Hısn-ı Mansur'u, Besni’yi, Kale-i Tırrum'u, Antep’i, Tepbaşer'i, Azaz'ı, Maarra'yı tahrip etmiş . . . Sayda, Safad, Birut, Humus, Bire'yi (Birecik) yağma ettirmiş . . . Ravandan, Tizin, Şebat, Harım, Sarsıd, Şirer, Kerek, Tarabulus, Kudüs, Gazze, Bisan, Aclun, Nablus ahalisi dahi korkularından şehri terk etmişlerdi. Emirali Hanı'nın arkasından, Pazar Damı denilen ve damlar üstünden geçen metruk yol istikametince devam edip bir ucu Pürsafa'ya kadar dayanan ve şimdi bazı tarafları imar gören eski, geniş harabeye halk arasında Timur’un harap ettiği yer denmektedir.
Timur’un avdetinden sonra Mısır Hükûmeti sükûne kavuşamadı. Memlûkler arasında rekabetler, nifaklar vardı. Ümerâdan (Yeşbek) sultana karşı koydu; Kahire’de kargaşalık çıkardı. Nevruz tarafından mağlup edildi. Diğer emirler dahi birbirlerine karşı adâvet gösteriyorlardı.
Suriye’de dahi sükûn yoktu. Halep’in yeni valisi Tokmak, eski Vali Timurtaş’la çarpışmış, Timurtaş Türkmenler yanına kaçmıştı.
Mısır'da karışıklık berdevamdı. Emirler, Ordular Atabeyi (başkumandanı) Baybars nezdinde toplanıyor, bazıları hakkında tertibat almak istiyorlar. Sudun Tazî, Mısır'dan kaçıyor, sonra dönüyor, karışıklıklar çıkarıyor. Yeşbek, hapse giriyor, hapisten çıkıyor, rahat durmuyor; birçok hareketler, kargaşalıklar yapmakta devam ediyor. Belli başlı emirler ve kumandanlar boyuna istikamet değiştiriyorlar; bazen birleşiyorlar, bazen ayrılıyorlar. Faraç düşüyor, yerine kardeşi Abdülaziz (Melik-i Mansûr İzzeddin) unvanı ile sultan oluyor. İki ay on gün saltanat sürdükten sonra düşerek yerine tekrar Faraç, sultan oluyor. Bu sırada, Yeşbek; Ordular Atabeyi (Başkumandan) Şeyh Mahmudî, Şam Valisi Cekem, Halep Valisi -eski Halep valilerinden- Timurtaş, Türkmenlerin yanına kaçıyor. Tokmak, Cekem tarafından mağlup ve katlediliyor. Halife ölüyor, yerine Müstain halife oluyor. Valiler hep istiklâl sevdasında. Faraç, bunları tedib için Suriye’ye geçiyor. Şamdan Halep’e geliyor. Cekem, Halep'i bırakıyor, Fırat’ı geçiyor. Nevruz, Timurbuğa ve takip edilen diğer emirlere iltihak ediyor. Sultan Halep’ten döndükten sonra Nevruz, Halep’e giriyor. Sonradan Cekem dahi geliyor, Hama'ya kadar iniyor. Nevruz, ordu göndererek birtakım şehirleri zapt ediyor. Cekem, Halep'te kendisini (Adil) lakabı ile sultan ilân ediyor. Şam’ı ve havalisini alıyor, kumandanlar tayin ediyor, namına hutbeler okutturuyor. Sonra Diyarbakır ve Amed hükümdarı, Karailik denilen Emir Osman’la harp ediyor, Türkmenler tarafından öldürülüyor. Ölüler arasında bulunarak başı kesiliyor, Emir Osman tarafından Mısır'a gönderiliyor.
Sultan, Şam'a yetişiyor. Şeyh Mahmudî ve Yeşbek'i kaleye hapsettiriyor; bunlar kaçıyorlar, etrafa saldırıyorlar. Sultan, Halep’te bulunan Emir Nevruz'a, bunların tedibini emrediyor ve Şam Valiliği'ni veriyor. Emir Nevruz, bunlarla çarpışıyor ve Şam’a giriyor.
Emir Nevruz ile Şeyh Mahmudî barış yapıp tekrar bozuşuyorlar. Bu defa da Şeyh Mahmudi, Nevruz'u sultan namına takip ediyor .... Nevruz, Halep’ten Malatya’ya geçiyor ... Türkmenlerin ellerine geçiyorsa da kurtuluyor, Rumkale’ye çekiliyor.
Sultan, Şeyh Mahmudî'nin sadâkatinden şüpheleniyor. O da Nevruz tarafına geçiyor. Halep Valisi Timurtaş ile Tarablus, Antakya valileri, o sırada Antep’te bulunan Nevruz'u yakalamak üzere Dabık Ovası'na doğru hareket ediyorlar. Antep’te bunlarla çarpışan Nevruz, birçok zayiat vererek Maraş’a doğru kaçıyor. Timurtaş, Antep'i alıyor ve Halep’e dönüyor. (M1 108, H811).
Karışıklık bitmiyordu. Sultan, tekrar Suriye’ye geçti. Şeyh Mahmudî'yi takipte şiddet gösterdi. Şehirden şehire kaçan Şeyh Mahmudî, Sırhad'da teslim oldu; Tarablus Valiliği'ne tayin olundu.
Şam'a uğramasına Beytemir, sultanın emri ile mâni oldu ve Şeyh Mahmudî tekrar silâha sarıldı. Emir Nevruz, arz-ı itaat ederek Şam Valiliği'ni elde etmiş idi. Hama'da Nevruz ile çarpıştılar, sonra sulh oldular.
Sultan, yedi yaşındaki kızı ile evlendirdiği Beytemir'i, pişdar olarak Suriye’ye gönderdi; arkasından kendisi de gelerek Şam'a girdi. Sultan, ordusu ile beraber Halep’e doğru hareket ediyor. Elbistan’da, âsîleri mağlup ettikten sonra Halep’e dönerken, âsîlerin Antep’ten çıkarak Şam yolunu tuttuklarını haber alıyor. Elbistan’da mağlup olan emirler, Antep’e kaçarak oraya buraya dağılıyorlar. (M. 1410, H. 23 Recep 813)
Şeyh Mahmudî ile Nevruz, beraber kaçıyor; şurada burada çarpıştıktan sonra Mısır'a kadar ilerliyorlar. Beytemir yetişiyor, bunları püskürtüyor. Şam’da kalmış olan Sultan, bunların üzerine yürüyor. Her taraftan çevrilen âsî emirler, nihayet, dehâlet ediyorlar. Sultana sâdık kalmış olan emirlerin şefaatiyle affolunuyorlar. Şeyh Mahmudî, Halep Valiliği'ne; Nevruz, Tarablus Valiliği'ne tayin olunuyorlar. İşler bu sûretle biraz yatışmış görünüyor.
Bu iki emir, tekrar kendi hesaplarına harekete geçtiler. Şeyh Mahmudî, Bire'yi (Birecik) ve Rumkale'yi, Nevruz da Hısnülekrat'ı muhasara ettiler. Sultan, Kahire’de aleyhine kurulan tertibatı atlattıktan ve müsebbiplerini idam ettikten sonra, yanında halife dahi olduğu halde Suriye’ye hareket etti. Önünden kaçan âsîlerle beraber harp ettiyse de mağlup olarak Şam'a çekildi.
Âsîler, Şam'ı muhasara ve ellerine esir düşen Halife Müstain'i halife ilân ettiler. Şam Kalesi'ne kapanan Faraç, birtakım kimseler tarafından öldürüldü.
Müstain, El-Melikü'l-Adil unvanı ile Mısır tahtına geçti; halife ve sultanlığı kendi nefsinde birleştirdi.
Nevruz, Suriye'de kaldı. Bütün Suriye valilerine hâkim olmak üzere Şam Valisi tayin olundu. Şeyh Mahmudî, sultan ile Kahire’ye gitti. Bütün nüfuzu ele geçirdi. Bütün rütbe ve vazifeleri kendisi tevcih ediyordu. Bir gün emirleri topladı, Kendisine sadâkat yemini ettirdi. Müstain'i düşürerek hapse attı; yerine Ebu Nasır Seyfiddin unvanı ile kendisini sultan ilân ettirdi.
Mahmudî, Berkuk'un kölelerinden idi. Fazla bir kabiliyet gösterdiğinden derece derece yükselerek Mısır tahtına oturmuştu. Berkuk'un oğlu Faraç'ı ölüme sürükleyenlerden birisi de kendisi olmuştu. Sultan olunca adını Müeyyed Han koydu. İyi bir hükümdar olmuştu; ilme, sanata rağbet gösterdi. Kahire’de, kendi namına bir câmi yaptırdı.
Hayat Ansiklopedisi ile Türklerin Tarih-i Umûmîsi nam eserde, Müstain'in saltanat müddeti ayrı ayrı gösterilmektedir.
Hayat Asiklopedisi'nde, Müstain'in saltanat müddetini üç sene gösterilmekte; Türklerin Tarih-i Umûmîsi'nde yedi ay kaydedilmektedir. Birincisinde bir sehv eseri olsa gerektir; ikincisi doğrudur.
Nevruz, yeni sultana itaat etmedi. Ebu Nasır, Nevruz'un yerine Korkmas namında başka birisini tayin etti. Nevruz'un Halep’ten Şam'a avdetini haber alan Korkmas, Şam'a giremediği gibi başka bir yerde dahi tutunamayarak Mısır'a döndü.
Sultan'ın muhalifleri, Sermin ile Telbaşer'i zapt etmişler ise de püskürtülmüşlerdir. Sultan, nihayet Suriye’ye geçti. Nevruz, Şam'a kapanmıştı. Muharebeye tutuştular. Nevruz mağlup oldu; İçkale'de yirmi beş gün mukavemet etti. Sultan, teslim şeraitine rağmen Nevruz'u hapsettirerek hapishanede öldürttü. Bundan sonra, Sultan Halep’e geldi, Elbistan’a kadar çıktı. Avdette, Şam’dan, Kudüs’ten geçerek Mısır'a yöneldi.
Hariçte endişe verecek hâdiseler görünüyordu. Karakoyunlular reisi Karayusuf’la Timurleng'in oğlu Şahıruh barış yapmıştı. Bunlar, Suriye’yi kuşkusuz istilâ edebilirlerdi. Osmanoğulları, Karaman Beyi Mehmed'i mağlup etmişler; Mısır hududlarına dayanmışlardı.
Hicaz'da, Şerifler, Kervan reisi Çakmak'ı tardetmişler; Gazze Valisi Sürbay silaha sarılmış, Şam Valisi Karibay, Hama, Halep, Hısn-ı Rûm (Rumkale,) Tarabulus valileri buna imtisâl eylemişlerdi. Sultan namına hareket eden Akbay karşısına Kanbay ile İnal çıkarak kendisini mağlup ve esir etmişlerdi. Sonra âsî emirler arasında ihtilâflar çıktı.
Kanbay, ordudan ayrılmıştı. Sultan, Halep’te bunu mağlup etti. Bazı emirler ile kendisini de beraber idam ettirdi. Tarablus, Hama, Gazze, Hısn-ı Rûm valileri, Karayusuf'a iltica etmişlerdi.
Mısır'da büyük bir kıtlık vardı. Sultan, Kahire’ye döndü. Ahaliye buğday dağıttı, hutbede sultanın ismi anılırken, bir basamak aşağı inilmesini emretti.
Tekrar Suriye’ye hareketinde, her taraf kendisini korku ve hürmet içinde karşıladı. Karaman Beyi, kendisine Tarsus'u verdi. Ermeniler, Sis'in anahtarını teslim ettiler. Sultan, Göyünük'te karargâh kurdu. Dulkadir Beyi Nasırıddin'i ve Malatya’yı yakan yıkan Kirik oğlu Hüseyin’i takip ettirdi.
Sonra Elbistan civarlarına gitti. Dulkadir oğlu Nasırıddin ile bir muahede yaptı. Bu, bir nevi himaye altına alış idi. Tarsus’u, Karamanlıların elinden tekrar aldı. Döndü dolaştı, sefirler ve hediyeler kabul etti. Hısn-ı Mansur civarında karargâh tesis etti. Bir müddet sonra Halep’e geldi. Çünkü Karayusuf'un Halep’i istilasından korkuluyordu. Şam'a ve oradan Kudüs’e geçti. Kahire’ye girdi, çok mutantan surette istikbal edildi.
Sultan, hacca gitmek istiyordu. O sırada "Karailik" diye anılan Emir Osman’ı mağlup eden Karayusuf'un Mısır hududlarına yaklaştığını haber alınca, vazgeçti. Karayusuf, Antep’e vasıl olmuştu (M. 1414, H. Cemaziyelevvel 821). Dönerken Karayusuf Antep’i ve Birecek’i yakmıştı.
Karamanlılar bir taraftan tecavüzde bulunduğu gibi bir taraftan da Safita Türkmenler tarafından yağma edilmişti. Sultan, oğlu Sarı İbrahim’i bir ordu ile Suriye’ye gönderdi. Bu, Adana ve Tarsus’u aldıktan sonra Konya’ya kadar ilerledi. Niğde’yi muhasara etti. Sarı İbrahim öldü. Mısır'da çok dehşetli bir veba zuhur etti. Nil eskisinden az kabarmış olduğundan bu dahi ayrı bir endişe yeri idi. Sonra sultan hastalandı, iyi oldu, tekrar hastalanarak öldü.
Mısır bu ölümden çok teessür duydu. Halk ve asker kendisinden memnun olduğu cihetle ilk hastalığında vasiyet eylediği vechile bir sene sekiz aylık bulunan oğlu Ahmed’e biat ettiler.
Emir Mahmudî, sultan olduktan sonra adını Müeyyet Han yaptı. Erbab-ı ilmi çok severdi. İdarede muvaffak olmuştu. Bütün hareketlerinde âlicenablık ve halimlik göstermiş, vali ve kumandan Emir Mahmudî ile Sultan Müeyyet ayrı ayrı şahsiyetler olmuşlardı.
Sultan Ahmed küçük olduğundan bir bir naib-i hükûmet lazım idi. Bir hayli münakaşalardan sonra Seyfiddin Ehil, Sâidi Tatar naib-i hükûmet oldu.
Bu değişiklikten mutad olduğu vechile her tarafta yer yer isyanlar zuhur etmedi. Yalnız Şam valisi Emir Çakmak isyan etmiş idi. Tatar, yeni sultan ile Suriye’ye geçti. Şam’da sultanın annesi i ile evlendi. Halep’e kadar gitti. Şam'a dönüşte yakalanmış olan Emir Çakmak'ı idam ettirdi. Şam’da sultanlığını ilân etti. Ahmed ile kardeşi İbrahim Kahire hisarına ölünceye kadar hapsedildi.
Zahir Seyfiddin lakabını alan Tatar dahi ancak doksan dört gün sultanlık etmiştir. Mısır'da hastalandı, öldü. Bunun oğlu Muhammed, Emir Barsbay'ın terbiyesine verilerek Muhammed Salih Nasırıddin lakabı ile tahta çıktı.
Canıbay Sufi, naib-i hükümet oldu. Çok geçmeden, Emir Barsbay Eşref Zeyneddin Ebunasır unvanı ile sultanlığını ilan etti. Bunun zamanında Halep, Hama ve Humus ülkelerinde veba çok tahribat yaptı, Antep dahi tabiati ile bu afetten azade kalamamıştır. (M. 1422)
Birçokları terki diyare mecbur oldular. Halep valisi Tağrı berdi (Tanrı verdi) Besni’yi muhasaraya gitti ve bu afet yüzünden orada kaldı. Sonra isyan etti. Mevkufen Halep’e getirildi. Şam valisi Tanbay dahi isyan etmiş ise de mağlup olmuş ve yakalanmış idi.
Eski ordular Atabeyi ve naib-i hükümet olan Canıbay, İskenderiye hapishanesinden kaçmış idi. Sultana en büyük rakip bu kalıyordu. Frankların, Müslümanların iki gemisini zapt etmesi üzerine bunlara karşı asker sevk etti. Magosa'yı yağma ettirdi. Frankların gemilerini yaktırdı. Birçok ganimet ile askerler geri döndü.
Franklarla bundan sonra yaptığı harpte gene muvaffak oldu, Mekke’de çıkan isyanı bastırdı. Frank sikkesi yerine, altın paralar bastırdı. Mühim bir ordu topladı. Gemiler yaptırdı. Kıbrıs Kralı'na harp ilan etti, Kıbrıs’ı yağma ettirdi. Kıbrıs Kralı ile memleketin ileri gelenlerini esir tuttu. Müslümanlar adaya yayılmışlardı. Orada Karaman oğlu Ali Bey kumandasında bir kıt’ai askeriye buldular. Bunlar, Franklara imdada gelmişti. Bunların çoklarını öldürdüler. Adanın pay-ı tahtı olan Nikosya’ya gidildi. Kralın sarayını yağma ettiler. Alınan ganimetler Kahire’de teşhir olundu.
Kıbrıs Kralı bir müddet alıkonduktan sonra fidye-i necat vererek kurtuldu. Kıbrıs, Mısır'ın bir eyaleti olmuştu, sultan vefat ettiği vakit oğlu Yusuf Han tahta geçti ise de üç ay sonra yerini Atabey Seyfiddin Çakmak işgal etti.
Çokları seneyi doldurmayan birkaç aylık saltanatlardan atlaya atlaya Kölemen hükümdarları arasında uzun saltanat süren çok kuvvetli bir şahsiyete tesadüf ediyoruz.
El-Melik-ül-Eşref unvanı ile Mısır tahtına çıkan Kayıtbây Han Antep Kale'sinin kapısı üstündeki kitabe hala bu hükümdarın adını taşımaktadır.
Başımızı az evvele çevirirsek Antep’in şimal bitişiğinde Dulkadiroğulları adlı bir Türkmen hükümetinin kurulmuş olduğunu görürüz. Bunun ilerisinde, Karamanoğulları bulunuyor, daha ötede Osmanoğulları tarih alanında dev adımları ile ilerliyordu. Antep’in cenubunda Suriye’nin her tarafı, Mısır, Hicaz ve havalisi daimi sarsıntılar içinde bucalıyor, kudretli ve dinç bir idare elinin vereceği sükûn ve istikrarı bekliyordu.
Antep, bunlarla beraber, daha birçok irili ufaklı hükümetlerin, büyük küçük münasebetlerinden, dahili karışıklıklar ve harici tazyıklarından doğan tarihsel med ve cezrin tam ortasında bulunuyordu. Milletlerin, ümmet devri yaşadığı o sırada bir soydan ve bir dinden iki büyük ve kuvvetli hükümetten birisinin diğerine mağlup ve münkalip olması mukadderdi. Bunlardan birisinin biraz yukarıya diğerinin az aşağıya doğru azıcık kımıldamaları daima Antep’i müteessir ediyordu. Kaytıbayın, Antep Kalesi'ni tamir ve tarsin etmesi bir cami, bir türbeyahut herhangi bir anıt yapmak arzusundan değil, çok geregen ve çok evedi bir ihtiyaçtan doğmuştu. Herhangi bir taraftan kopan bir istila seli, bir ihtiras fırtınası mutlaka Antep’e uğrak verip geçiyordu.
Evvelce Orta Asya’dan kalkıp Maraş ve Elbistan havalisine gelen bir Türkmen aşiretinin bu sıralarda reisi bulunan Karaca Bey, ortalığın karışıklığından istifade ederek Elbistan’ı harben mübarek şahdan zapt ederek, Maraş’ı ele geçirmiş bir hükümetcik kormuştu.
Oğlu Halil Bey ise; Malatya, Harput ve Besni’yi bunlara ilave etmiş, Halep'i tehdide başlamış idi.
Osmanoğulları ve Mısırlılar gibi iki rakibin arasında, Fransa ve Almanya arasındaki Belçika hükümeti gibi eta tampon olan Dulkadir Beyliği siyaseten dahi fazla ehemmiyet kazanmıştı. Osmanlı ve Mısırlılardan hangi tarafa dönse, öbür tarafı, güçlüklere uğratacaktı. Bunun için her iki hükümet de burasını kendi nüfuzu altına almak istiyordu. Mercidabık'ta Mısırlılar için hazırlanan acı akıbetin en büyük sebebini bunda aramak lazımdır. Birbirinin arkasını güderek gelen hadiseler bunu ispat edecektir.
Şimale doğru nüfuzlarını yükseltmek isteyen Mısırlılar, önlerinde engel olarak gördükleri Dulkadir hükümetine bir tazyık yaptılar. Fakat Halil Bey, mükemmelen mükavemet etti.
Bundan sonra yerine geçen kardeşi Suli Bey ise ilerleyip gelmekte olan Osmanoğullarının istilasından korkuyordu. Bunlara karşı bir müttefik kazanmak için kızını Sivas Hakimi Burhaneddin’e verdi, Sivas’ın Osmanoğulları eline düşmesi üzerine bir kızını da Yıldırım Beyazıt’ın en küçük oğlu Çelebi Mehmed’e verdi. Bu taraflardan korkusu kalmayınca, Suriye’ye doğru harekete geçti. Hama'yı zapt etti. Antep o sıralarda tabii Dulkadiroğulları'nın çekilinceye kadar ellerine düşmüştür.
Antep’e komşu, bazen de sahip bulunan bu yarı müstakil hükümetten biraz bahsetmek Antep’in asırlar arasında geçirmiş olduğu serencamları bilmek cihetinden faydalı görülmüştür.
Suli Bey'den sonra gelen Dulkadir hakimi Süleyman Bey güzel yemek ve güzel kadın meraklısı olmakla ün salmıştır. Birbirinden güzel beş kızı bulunduğu dahi o zamanın şöhretlerindendir.
Bunlardan en güzeli de ikinci Murad'ın oğlu ve veliahdı, Şahzade Mehmed (Fatih) ile evlendirilmiştir. Bu Sitti Hatun Edirne’de ihya ettiği Sultan Camii'nde medfundur.
Süleyman Bey'in zamanında, siyasi ve askeri mühim bir vaka olmamıştır. O, kudretli karakterlerin yüksek bir zevki o an çetin işlere, sükûn içinde, mutbag ile gözdeler ile baş başa yaşamayı tercih etmiştir.
Süleyman Bey'in vefatın da dört oğlu vardı:
"Arslan, Budak, Şehsüvar, Alaiddevle" bu dört kardeş zamanında Dulkadir Beyliği tarihsel bir facia şeklini almış, ulusları uçurumlara sürükleyen fenalıkların en had şeklini bu beylikte göstermiştir.
Ciddi ve esaslı bir hükümet kurmak ve bunu her cihetle yükseltmekten ziyade, şahsi ihtiraslarına kapılan bu kardeşler, iki kuvvetli hükümet arasında bocaladıktan sonra Dulkadir Beyliği'nin varlığını da sona erdirmişlerdir.
Süleyman Bey'in oğlu Arslan Bey on iki sene hükümet sürmüş, kardeşi Budak'ın daima rekabetine maruz kalmıştı. Zamanında Uzun Hasan Anadolu’yu istilaya başlamış ve Aslan Bey bununla muvaffakiyetsiz bir kaç harp yaptıktan sonra Harput’u bırakarak sulh olmuştu.
Mısırlılar buna memnun olmadılar. Budak bu fırsatı kaçırmadı. Mısırlılara müracaat ederek yardım istedi. Mısır sultanı ise kestirme yoldan gitti, Berkuk'un Suli Bey'e yaptığı hoşkadem tekrar eyledi, bir fedai ile Arslan Bey'i namaz kılarken öldürttü, bir emirname ile de Budak'ı yerine hükümdar nasbetti. (M. 1463, H. 867) Dulkadir Beyliği Mısır'ın bir eyaleti olmuştu.
Şu hali, ahalinin nefretini mucib olmuş, kardeş katili olan Budak'ı kimse istememişti. Bir taraftan dahi Şehsüvar Bey Fatih'e müracat etmiş, Osmanlı İmparatoru dahi Şehsüvar Bey'i Dulkadir ve Bozoklu aşiretlerinin reisi tanıdığına dair kendisine bir ferman vermişti. Şimdi, küçük Dulkadir hükümeti ikiye ayrılmıştı. Şehsüvar Elbistan'ı, Budak ise Maraş’ı merkez yapmıştı.
Şehsüvar Kayıtbay tarafından gönderilen ordulara mükemmel surette mukavemet etmiş; Budak'ı Mısıra kaçırmıştı. Mısır'ın gönderdiği bir orduyu dahi bozmuş, kumandanını esir almıştı. Mısır bundan sonra iki ordu daha göndermiş, bunları dahi bozmuş ve Halep’e kadar takip etmişti.
Şu hareketler arasında Antep’in vaziyeti kendiliğinden taayyün ediyor.
Kayıtbay, nihayet Fatih'e bir elçi göndererek maksadı Şehsüvari tedib olduğunu, bilâhere Dulkadir hükümeti arazisini kâmilen kendisine terk edeceğini temin etmiştir.
Kayıtbay Emir Timraz kumandasında gönderdiği cesim bir ordu ile Şehsuvar'ı mağlub etmiş ve kaleden kaleye kaçarak nihayet Azmantı Kalesi'ne sığınmaya kendisini mecbur eylemiştir.
Hayatına dokunulmamak ve hürriyetine ilişilmemek kaydı ile Şehsuvar'ın teslim olmasına rağmen Emir Timraz tarafından zincire vurularak Mısır'a gönderilmiş. Kahire’de Kayıtbay'ın emri ile asılmıştır. (M. 1469, H. 873).
Bilâhere Kayıtbay Dulkadir arazisini teslim etmemiş, Fatih’e karşı olan vaatini ifâ eylememiştir.
Fatih’in, önce verilmiş olan bu vaade kandığına inanmak güçtür. Mısır ve Osmanlı ülkesi birbirine rakip iki kuvvetli hükümet idi. Birinin diğerini, kendi ziyanına genişletmesi ve kuvvetlendirmesi nasıl olabilirdi? Fatih başka taraflarda meşgul ve fikri daha mühim projelerle mahmul olması sebebi ile Kayıtbay'ın bu vadine inanır gibi görünmüş ve ifade edilemeyeceği tabii olan bu vaadin müsait bir zamanda bir harp vesilesi olacağını düşünmüş idi. Nitekim, Fatih ordularını on sene sonra Dulkadir hükümeti sınırlarına göndermiştir. Fakat Kayıtbay gibi sözünü tutmayan bir hükümdar vaziyetinde değil, hakkından emin bir hükümet reisi sıfatı ile bu hareketi emretmiştir. O zaman ümmet devri yaşayan milletlere ve İslam umûmî efkârına karşı bu, siyasi bir muvaffakiyet idi.
Kayıtbay'ın (M. 1461, E. 806) tarihinde Antep Kalesi'nin tamirini ikmal eylemesi ve bunun için birçok külfet ve masraf ihtiyar etmesi, yukarıda söylendiği gibi boşuna değildir. Mısır arazisinin nihayetinde müstahkem bir kale bulundurmak, yukarıdan gelecek hücumlara mukavemet esbabını hazırlamaktı.
İki hükümet, birbirinin bütün hal ve hareketlerini dikkatle takip ettiği gibi gidişatları dahi niyet ve meramlarını açıktan göstermekte idi.
Fatih, Mısır'a köle götürülmesini menederek Mısır'ın asker kaynağını kurutmaya çalışıyor, Kayıtbay dahi Antep Kalesi'ni tahkim ediyor; Dulkadir oğullarına fit veriyor, Osmanoğulları'nın Hicaz'la olan münasebetlerinde güçlükler çıkarıyordu.
Fatih, şu vaziyetler karşısında nasıl olurdu da Kayıtbay'ın yukarıdaki vaadine inanırdı ?... Fatih gibi görüşte, vuruşta misli çok az bulunur, bir hükümdardan bunu beklemek doğru değildir. Bunun sebeplerini, daha mühim şeylerde, hadiselerin zaruret ve icabında aramak lazımdır.
Osmanoğulları ile Mısırlılar'ın günün birinde karşı karşıya gelmesi, birbirine son darbeyi vurması, bir zaman meselesi idi.
Bizans İmparatorluğunu Avrupa’nın karşısında Avrupa’nın hiddet, kin ve taassup fışkıran gözleri önünde yere vurarak, hayatına nihayet veren tarihsel çağları Türk kılıcı ile ikiye ayıran Fatih belki Yavuz Selim'den evvel, Dâbık merciine gider; Antep dahi iki kudretli ordunun düellosuna daha evvel şahit olurdu. Askeri hazırlıklar da bunu gösteriyordu. Ölüm, bu kahramanı yolundan alıkoydu.
Mısırlılar, nüfuzlarını Anadolu’nun ta göbeğine kadar uzatmak için her fırsattan istifadeye çalışıyorlardı. Adana ve havalisini aşarak hüküm ve müdahalelerini Konya’ya kadar götürüyorlar; Ramazan ve Osmanoğulları'nınhimayeleri altına almak istiyorlardı.
Konya Selçukları tarihe karıştıktan sonra Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetler arasında, Osmanoğullarını geçtikten sonra en mühim ve kuvvetlisi Karamanoğullarınınki idi. Mısırlılar, bunları da nüfuzları altına almışlar ve iç işlerine vakit vakit müdahalede bulunmuşlardır. Karaman Beylerinden Mehmed ve Ali Bey, Çelebi Mehmed zamanında Mısır'ın himayesini kabul etmişler, Sultan Şeyh Mahmudi namına hutbe okutmuşlar ve para bastırmışlardı. Karamanoğulları, yakınlarında bulunan kuvvetli rakiplerini bir türlü çekemiyorlardı, uzaklardan uzatılan boyunduruk, onlara daha hafif geliyordu galiba. Osmanlıların yıldırım sürati ile ilerlemeye başladığı andan itibaren Karamanoğulları Mısırlıların kucaklarına atılmıştı. Belki de bu tarihsel bir sezişti. Kesin vuruşun nereden geleceğini biliyorlardı.
İşte Mısırlıların vaziyeti böyle idi; doğu, orta ve batı Anadolu’ya tahakküm etmek, nüfuzlarını sonuna kadar götürmek, Osman Oğullarının inkişafına engel olmak.
Fatih'in muasırı bulunan Mısır Sultanı İnal ile dostane muhabereleri vardır Gene muasırı bulunan Kayıtbay'ın dahi karada yapılan birçok çarpışmalardan başka İstanbul’u zapt için deniz yolu ile de ve gemilerle hücuma girişmesi, aradaki ilişiklerin nereye doğru gittiğini apaçık gösteriyordu. Osmanoğulları ise, önlerinde hiçbir engel tanımak istemeyen bir sel gibi her yanı basmak ve kaplamak istiyordu. Şu vaziyet karşısında, her iki tarafında, en ufak bir elemana vereceği önem bellidir.
Dulkadir oğlu Alâiddevle şu vaziyetten istifade etmeyi, büyük bir hükümet kurmak hülyasını kafasına koymuştu. Kuvvetli bir şahsiyeti vardı. Ölüp gittiği ve aradan bu kadar zaman geçtiği halde şahsı hakkında bugün mahallinde inanılan fevkalâdelik menkıbeleri bırakmıştır. Fakat tarihsel hadiselerin yürüyüşünde alacakları yöneti göremedi. Burada şahıs ile tarih karşı karşıya geliyor. Bunlar, nöbet nöbet birbirine galip gelmiş; biri diğerini bir tutsak gibi arkasından sürüklemiştir.
Alâiddevle, tarihe tehakküm edecek yüksek bir dehaya malik değildi. Hadiselerin yürüyüşünde alacakları yönetleri de yanlış görmüştü. Kendisi ile beraber Dulkadir hükümeti de toprağa gömüldü.
Alâiddevle zamanında bu hükümet son genişliğini bulmuş ve son varlığını da yaşamıştı; Maraş, Elbistan, Kırşehir, Harput, Malatya, Diyarbakir, Kayseri, Payas, Sis, Tarsus, Amık Ovası, Besni, Gündüzlü, Azmantı, Kars Zülkadriye, Hısnımansur, Darende, Rumkale, Azaz şehirleri ile beraber Gaziantep dahi bu hükümetin sınırları içinde bulunuyordu.
Hafızası çok kuvvetli memleketin canlı tarihi denecek kadar eski rivayetleri sahih olarak zapt etmiş olan Fazlı oğlu rahmetli Nuri Bey, Mısır sınırının Antep’in yedi buçuk kilometre şarkı cenubisinde Cansızhüyük denilen ve biraz öteden bir deve cesametinde görülen küçücük bir hüyük olduğunu söylerdi. Bu hüyük, Nafak buğazı denilen Antep’ten tarafa bir derbendin ağzımdadır. Doğudan Diyarbakir, Güneyden Azaz'a kadar uzanan Alâiddevle hükümeti sınırlarını herhalde daha ilerilerde aramak icap eder.
Şu rivayet sahih ise bu sınırın Alâiddevle'den evvelki zamana ait bir devrede olması iktımal (ihtimal) dan uzak değildir. Atabeyler, Haçlılar, Kölemenler zamanında elden ele geçen Antep’in, herhangi bir muahede neticesinde kuzey sınırı "cansız hüyük" olabilir. Şu rivayetin kaybolmaması için burada söz sırası yazdım.
Alâiddevle'nin Antep’te fazla eğleştiği anlaşılmaktadır. Bir zaman şehrin en mamur bir çarşısı olan Uzun Çarşı içinde, eski hükümet konağı ve mahkeme önü akınlarında kendi adı ile anılan bir cami yaptırmış olması buraya verdiği önemi gösteriyor.
Bu camiin vakfiyesi Antep Evkaf İdaresi'nde bulunamadığı gibi eski mahkeme sicillerinden de ancak hicri 945 tarihine kadar olanları elde kalmıştır. Maraş Evkaf İdaresi'nde vakfiyelerinin yazılı olduğu haber alınmıştır. Bu vakfiyeler okunsa belki burasını tedvir edecek yazılara da tesadüf olunur.
Antep’in doğu ucunda bir Halep yolu vardır. Kuzey tarafında da bir yol ve bir mahallenin adı Karamaraş'tır. Eskiden kalan şu iki ad Antep’in kuzey ve güney ile daha sıkı münasebetini göstermektedir. Alâiddevle, Maraş’ı şimdiki yerine Karamaraş’tan getirmiş olduğundan kendisinden evvel dahi Dulkadiroğulları'nın Antep ile sıkı münasebetlerde bulunduğu manası çıkarılabilir.
Alâiddevle, bazı evsaf ve mezayasına rağmen kendisini tahta geçiren Osmanoğullarına karşı nankörce hareket etmiş; kendilerine her fırsat düştükçe zarar vermekten geri durmamıştır. Bunu başka türlü ifade edersek; dayanacak kuvveti tayin de isabet gösterememiştir, deriz. Mısırlıların Adana havalisinde bir iki zafer kazanması, kendisini tutacağı yönet hakkında büyük hatalara saptırmış ve dayancını Mısır hükümetinde aramıştır.
Mısırlılara yaranmak ve aynı zamanda daima korkmakta olduğu bir kuvveti zafere uğratmak için Toros eteklerine kadar büyük bir ordu ile gelen Sadrazam Davud Paşa'yı oyalamış ve doğrudan Mısırlılar üzerine yürümekten alıkoymuştur.
M. 1892 ve H. 1313 Ermeni ihtilâli ve Zeytin İsyanı'nda askeri hareketler esnasında sarp ve çetinliği Antep askerlerince anlaşılan Sakal Tutan Boğazı'nda Osmanlıların Mısırlılara bir daha yenilmesi, Alâiddevle'nin yüzünden maskeyi tamamı ile düşürmüş; Kayıtbay'ın açıktan açığa himayesine girmiş, büsbütün (canciğer) olmak üzere de kızını Adana havalisinde hareket eden Mısır ordusu Başkumandanı Özbey'e vermiştir.
Sonraları Osmanlılar tarafına geçen kendi kardeşi Şah Budak'ı bir savaşta esir ederek zincirlere vurmuş, Mısır'a göndermiş, o dahi evvelce asılmasına sebep olduğu kardeşi Şehsüvar Bey gibi dar ağacına çekilmiştir.
Damadı Öz Bey'le birleşerek Osmanlı topraklarına akınlar yapmış, Kayseri'yi kuşatmış, Ereğli ve Larende taraflarını yağmalamıştır...
Şu hal, artık dayanılmaz bir şekil almıştı. Bayazıd, bizzat Mısır üzerine yürümek için tertibat almaya başladı. Tunus beyi araya girdi. Mısırlılar mülayim tavır aldılar. Bu suretle savaşın önüne geçildi. Alâiddevle Mısır ordusu ile beraber Osmanlı topraklarından çekildi. Bundan sonra bazı aşiretlerin te’dibinde Osmanlılara yardım etti ise de bu yaptığı fenalıkları ödemekten uzaktı.
Alâiddevle daima Mısır ve Osmanlılar arasında rol oynuyordu. Bir gün başına beklemediği yerden bir felaket geldi.
İran Hükümdarı Şah İsmail, Alâiddevle'nin kızını istemişti; reddetti. Kısa bir zamanda büyük muvaffakiyetler kazanan, şeyhlikten şahlığa geçtikten sonra Akkoyun ve Karakoyunluları kendi lehine ortadan kaldıran, az zamanda Şirvan, Mazenderan, Horasan, Diyarbakir, Irak ve bütün İran topraklarını ele geçirerek büyük bir hükümet kuran, nüfuzunu Ceyhun nehrinin ötelerine kadar götüren genç ve kudretli şaha bu küçük beyin ret muamelesi çok ağır gelmişti. Bir ordu ile Osmanlı topraklarını da çiğnemede beis görmeyerek Alâiddevle'ye hücum etti. Pay-ı tahta girdi, Dulkadirlerin ölülerini mezardan çıkardı, kemiklerini yaktı. Dirilerinden Alâiddevle'nin bir oğlu ile torunlarını kebap ederek askerlerine yedirdi. Yaktı ,yıktı, harap etti. Çekildi, gitti.
Alaiddevile'nin yediği bu dehşetli darbeye efendileri olan Mısırlılar ses çıkarmamış, Osmanoğulları bir şey dememiş idi. Alâiddevle'nin sonunculardan yardım istemeye yüzü de yoktu. Yoksa Osmanoğulları bu yardımı yapmaktan aciz değildi. Hatta o zaman Trabzon valisi bulunan Şehzade Selim (Yavuz) Şah'ın habersiz olarak Osmanlı topraklarından geçmesini bir türlü hazmedememiş; buna karşılık olarak İran topraklarına tecavüz eylemiş, birtakım şehirleri yağma etmiş. Şah İsmail’in maksadı Alâiddevle'yi te'dip olduğu hakkında vermiş olduğu teminat üzerine çekilmişti.
Şurası gariptir ki o sırada karşı karşıya bulunan bütün bu rakipler çok kuvvetli ve kahraman Türk oğulları idi. Şah İsmail bir Türk idi. Güzel Türkçe şiirleri bile vardı. Mısır Kölemenleri bir Türk camiası idi. Orada ne Çerkesçe bir lisanı resmi ne de Çerkeş edebiyatı vardı. Arada bir iki Çerkeş kölemenin bulunması tarihsel bir hataya sebebiyet vermiştir. Alâiddevle de bir Türk muharibi idi. İş başına geçecek Selim ise misilsiz bir Türk kahramanı idi. Fakat vicdanlarda soysal işinin uyanmadığı bir devrede bulunuyorlardı. Hele Sünnîlik ve Kızılbaşlık davası yüzünden asırlarca devam eden çarpışmalarda sel gibi kanlar akmıştır. Sosyal hadiseler tabii büyük küçük, uzak yakın birçok sebeplerin sonucudur. Fakat tarihle uğraşanların dikkatini daima başta görünen bu sebepler çekmiştir.
Alâiddevle, bu tufan geçtikten sonra, sığmağı olan dağlar arasından payitahtına dönmüş, yediği darbenin sersemliği ile yedi sene daha sükûn içinde hükümet yapmıştır.
O zaman Gaziantep’i nüfuz ve idaresi altında bulunduran Alâiddevle öç almak için ayaklarına kadar gelen bir fırsattan istifade edememişti.
Yavuz Selim, Şah İsmail üzerine yürürken Kayseri'ye geldiği vakit kendisine haber göndermiş; konuşmaya çağırmış ve yardım istemişti. İhtiyarlığını bahane etti, gitmedi. Belki de Yavuz ile yüz yüze gelmeye cesaret edemiyordu. O zaman önürdeşlerine (rakip) ilenç (beddua) yapanlar onun Yavuz'a vezir olmasını dilerler idi. Yavuz o kadar sert, heybetli ve yanında bulunanlar daima ölüme yakın idi. Alâiddevle'nin korkusundan gitmediğini bir mazeret olarak onaylayabiliriz. Yardım etmemekte bir sebep yoktu. Fakat sebep olduğunu sonraki hadise meydana koyar.
Alâiddevle yardım etmedikten başka Osmanlı ordusunu çapulcuları ile izac etmiştir. Bu da Alâiddevlenin Osmanlıları daha, kuvvetli ve daha yakın bir yağı tanımasından ileri geliyor idi. Farsların Dulkadir topraklarına yerleşmesi önce Osmanlılarla savaşmasına bağlı idi. Zaten Mısırlıların himayesinde idi. Onlar Alâiddevlenin topraklarını Mısır'a ilhak edecek bir halde değiller idi. Kayıtbay'dan sonra Mısır ve Suriye kargaşalıklar içinde yüzüyordu. Alâiddevle, can alacak vuruşun nereden geleceğini belki de seziyordu. Bizim bilmediğimiz ihtimal başka sebebler de vardı.
Alâiddevle'nin, atalarının kemiklerini mezardan çıkarıp yakan, yavrucuklarını kebap edip askerlerine yediren bir adam dan, fırsat düşmüş iken öç almaya kalkışmaması hissi bir adam olmadığını, hissiyatına tamamı ile egemen bir adam olduğunu gösteriyor. Fakat taşları bile değerlendirecek böyle bir intikam duygusuna kapılmamak için iradesini yay gibi geren daha kuvvetli duygular lâzımdı; korku ve hırs.
Fakat o, korkusundan kaçınamadı. Kendini bekleyen akıbetten kurtulamadı; hırsını dinleyemedi.
Yavuz, Şah İsmail’in işini bitirmişti. Çaldıran Ovası'nda on dört senede on dört zafer kazanan, kısa bir zamanda büyük bir hükümet kuran, ufacık dağları ben yarattım diyecek kadar gurur peydahlayan Şah, öyle bir tokat yemişti ki savaş alanında her şeyini bırakmış, kendi paytahtında bile tutunamayarak Iran içerlerine doğru kaçmıştı. O kendine o kadar güveniyordu ki bugün elimizde buluna tahtı ile, çoluk ve çocuğuyla savaş alanına kadar gelmişti.
Yavuz işte böyle büyük bir zaferden dönerken Alâiddevle'nin korkusundan kendine sığınan ve o zaman Amasya’da bulunan Dulkadirlerden Şehsüvar oğlu Ali Bey'i çağırtmış ve kendisini veziri azam Sinan Paşa'nın yanına katarak Alâiddevle topraklarını vurup almaya memur etmişti. Bunlar kış demeyerek Alâiddevle üzerine yürüdüler ve Göksün Ovası'nda karşılaştılar. Alâiddevle bozuldu, Turna Dağları'na doğru kaçtı.
Ali Bey arkadan sıkıştırdı. Onu, ikinci bir savaşı kabule sürükledi. Üç saat kadar süren savaşta ordusu büsbütün dağıldı, kendisi de dört oğlu ile beraber yakalanıp öldürüldü ve başı Yavuz Selim'e gönderildi. O dahi kendi elife bir mektup yazarak bu başı Mısır sultanı Kansu Gavri'ye yolladı. (M. 1514, H. 922) Aynı zamanda Dulkadir toprakları Osmanlı mülküne katılarak valiliğine Şehsüvar oğlu Ali bey tayin olunmuştu. Gavri, bunu Mısır topraklarına bir tecavüz saymış; Maraş ve Elbistan’da hutbenin eskisi gibi kendi adına okutturulmasını istemişti. Yavuz ona meşhur cevabını verdi:
“Kansu Gavri, Mısır'da kendi namına hutbe okunmasını temin etmeye muvaffak olursa, kendini bahtiyar bilsin” Şu cevap, Mısır'a doğru yapılacak hareketin bir işareti olmuştu.
Alaiddevle ölmüş, kendisi toprağa; Dulkadir hükümeti dahi tarihsel çukura gömülmüş idi. Antep’in Dâbık Harbi'nden evvel o sırada Osmanlı mülküne katıldığı, hadiselerin yürüyüşünden ve Alaiddevle hükümetinin sınırlarından anlaşılmaktadır.
Alaiddevle hükümetinde Antep dahil idi. Aradan çok zaman geçmemiş ve yeni bir hadise olmamıştı ki Antep, Alâiddevle topraklarından ayrılsın, Mısır mülküne katılsın, sonra da, Dâbık Harbi'nden sonra, Halep ile beraber Osmanlılar eline geçsin. Mısır, Alaiddevle mülkünü kendine tabi sayıyor ise de gene bunun bir sınırı ve kendine mahsus bir idaresi vardı. Antep herhalde Dulkadir topraklarının mukadderatını takip etmiştir. Kanuni Süleyman zamanındaki yönetime (idare) örgütleri de (teşkilât) buna delâlet ediyor.
Kanunî Süleyman zamanında bu havali, üç eyalete bölünmüştü:
Halep, Rakka, Zülkadriye eyaletleri.
Antep’i, Zülkadriye çerçevesi içinde Maraş, Malatya, Kars Zülkadriye, Samsad sancaklarI ile beraber görüyoruz.
Şu yönetgel bölge eski Dulkadirlerinkini andırıyor. Bütün Dulkadir toprakları gibi Antep’te ayniaynine takımı ile Osmanlılara geçmiş olsa gerektir.
Yavuz Mısır'da, Şam’da, Halep’te kalmıştır. Mısır'ı bir vilayet haline koydu. Orada kaldığı müddetçe idaresini Sadrazam Yunus Paşa'ya verdi. Yazı orada geçirdi. Eylül ihtidalarında Şam'a (Ramazan 923) döndü. Mısır'a, Rebiülâhir 923’te girdiğine göre orada altı ay kalmış oluyor. Kışı Şam’da geçirdi. Orada, Şam sancağının, Halep'in Hama ve Humus'un emlakını yazdırmış; sonra iki ay da Halep’te kalarak (17 Recep 923) 'te İstanbul’a dönmüştür. Bu sıralarda yönetgel örgütlerde bulunduğuna dair bir yazıya rasgelemedik.
Tahminimizce Yavuz'dan sonra Kanûnî Süleyman aynı örgütü almış ve olduğu gibi bırakmıştır. Bize göre her bakımdan Antep’in Dâbık Savaşı'ndan evvel Osmanoğulları mülküne katıldığı anlaşılıyor.
Antep yakınında büyük bir savaş olmuş; buralara, Suriye, Mısır'a uzun bir zaman şöyle böyle sarsıntısız bir yaşayış sağlamıştır. Meramımız bir tarih yazmak olmayıp Antep ve dolayında (havali) olup biten şeyleri şöyle bir toplamaktan ibaret olmakla beraber sonucu çok büyük olan bir savaştan da Antep hakkındaki yazımızın birinci kısmını sonuna eriştirirken, kısaca olsun ayıtmamayı uygun görmedik.
Mısır'da İkinci Kölemenlerin egemenlik başlangıcı ile Osmanoğulları'nın tarih alanına çıkması birbirine pek yakın bir zamanda başlar. Bunlar kendi değre (daire) lerinden büyüye büyüye sonunda karşı karşıya geliyorlar. Bunlar bir din taşıyan, bir dil ile konuşan iki Türk milletidir. Yukarıda da biraz sözü geçtiği gibi bu Kölemenleri, (Çerkeş) Kölemenleri diye anmak çok yanlıştır. Daha önce Osmanoğulları ile çarpışan kuvvete biz, Fars ordusu demiştik. Halbuki Iran'ın tahtında ve ordunun başında bulunan katıksız bir Türk idi. Orada Farsça konuşulur; orada bir Fars edebiyatı, bir Fars kültürü vardı. Biz İran’a nasıl olurdu da Türk diyebilirdik. Halbuki Şah Türk idi. Askerlerinin ve subaylarının içinde birçok Türk vardı. Mısır'da var mıydı, bir Çerkeş edebiyatı, bir Çerkeş kültürü?.. Bu, açık bir gerçekliktir ki hangi yandan bakılsa göze çarpıyor.
Bulgar ve Yunanlıların başında bulunan hükümdarlar Bulgar ve Rum değildi. Bulgar ve Rum memleketlerine Romanya’ya Cermen memleketi diyebilir miyiz?
Mısır'a, ta Oğuz zamanından beri Türkler yürümüş ve bu yürüyüş Cingiz önünden kaçan Türklere kadar devam etmiş, Tolunlar gelmiş, Atabeyler onları takip etmiştir. Arada bir Çerkes akını, Çerkes saldırışı, Çerkes göçmenliği var mıdır? Arada bir iki Çerkeş kumandan ve sultan bulunması, böyle yanlış bir ayırda hiçbir vakit sebep olamaz.
Mısır ülkesine Eyyubilerle Kürt; Atabeyler ve Kölemenlerle beraber önce Türk, sonra Çerkeş mi diyeceğiz?
Meramımıza dönüyoruz:
Osmanoğulları nüfuzu büyüye büyüye Kölemenlerle karşılaşıyor, sonunda birbirini yok edecek yağıca bir durum alıyorlar. Kayıtbay'ın denizden İstanbul’a yürümek istemesi, bir yandan da Antep Kalesi'ni tamir ettirmesi niyet ve kaygusunu göstermektedir. Yavuz zamanında ise, bu önürdeşme kesin bir devreye giriyor.
Yavuz'un karakteri bellidir. Her şeyi kökünden kesmek ister. Bir işin sonuna ermek için en çetin evrelerde bir usanç ve bıkıklık hali göstermez. Eğer yeniçerilerin uygunsuzlukları olmasaydı, eğer bunlar Yavuz'un döleni (azmi) önüne engel olarak dikilmeseler idi, İran işi çoktan biterdi. Mısır alınmış iken Nil’in kaynaklarına kadar gitmek istemesi Yavuz'un güçlü şahsiyetini gösteren hadiselerdendir.
İkinci Bayazıd zamanında Osmanoğulları'nın Adana dolayında uğradığı muvaffakiyetsizlikleri Yavuz Selim unutamazdı.
Dinsel düşüncelerin egemen olduğu bir zamanda Mısır'da bir halife bulunması, Hicaz ve dolayının Mısır'a bağlı olması Yavuz'un gütmekte olduğu siyasaya aykırı bir şeydi.
Mısırlıların Osmanoğullarını ikinci derecede gören gururları da vardı. Dulkadir Hükümeti'ne nihayet verildikten sonra bile, Gavri'nin Maraş ve Elbistan’da kendi adına hutbe okunmasını öne sürmesi, bu yersiz gurur ve düşünceden ileri geliyordu. Bu, bir savaş sebebi olabilirdi. Fakat Yavuz, İslam evrenine karşı hiçbir suretle suçlu bir durumda kalmak istemiyordu. Zembilli Ali Efendi'den Mısır Savaşı için fetva alması, bu düşünceye çok önem verdiğini gösteren bir hadisedir.
Yavuz, Mısır'ın iç işlerinin de çok kötü gittiğini biliyordu. Uzun vakit Mısır tahtında hükümet işlerini yöneten Kayıtbay gibi değerli ve seçkin bir adam ölmüş, kendisine hiç benzemeyen oğlu Mehmet Han gibi deli ve güçmen (zalim) bir adam yerine gelmişti. Yaptığı birçok yabanilikler arasında bir odalığının diri diri kendi elleri ile derisini yüzerek içine zavallının urubalarını doldurması, ne örnek bir adam olduğunu gösterebilir.
Bu adam, ancak altı ay hükümdarlık ederek tahtından indiriliyor. Yerine güçlükle getirilen Birinci Kansuva çok fena gitmekte olan işleri düzeltemeyeceğini anlayarak kendiliğinden çekiliyor, yerine gene Mahud Mehmed Han geliyor. Bu kez de yaptığı zulümler üzerine Kölemenler ayaklanarak kendisini öldürüyorlar. Yerine Birinci Kansuva'nın yeğeni, İkinci Kansuva isteksiz olarak tahta geçiriliyor. Çok geçmeden bu da düşüyor.
Melik-il Eşref adı ile üçüncü Kansuva geliyor. Yedi ay sonra yerini Seyfiddin Tomanbay'a bırakıyor. Bir yıl sonra bu dahi öldürülüyor.
Bundan sonra Mısır tahtına birçok ısrarlarla ağlaya ağlaya dördüncü Kansuva geçiyor. Bu, bizim (Mercidâbık) kahramanı Kansu Gavri'dir. Belki de önce kendine ve Mısır'ın sonuna ağlıyordu. Bu zat Kayıtbay'ın kölesi idi. Onun terbiyesinden çıkmıştı. Tahta istemeyerek çıktığı halde işleri güzel yönetmeye ödevlerini iyi yapmaya başlamıştı. Ne fayda ki işler bir defa çığırından çıkmıştı. Karşılarında birbirleri ile uğraşan, hemen bir dokunmakla egemenlikleri eline düşen küçük Anadolu beyleri yoktu. Tarihin kaynaklarından genç ve dinç bir kuvvet fışkırmıştı. Yöneldiği tarafı çiğneyip geçiyordu.
Yavuz vakit geçirmek istemedi. Fakat meramını gizli tutuyordu. Hazırlıkların nerelere olduğunu kimse bilmiyordu. Sadrazam Sinan Paşa'yı Mısır sınırlarına gönderdi. Bu, Mısır topraklarından Şîîler üzerine yürümek gibi uydurma bir sebeple süslenmişti. Mısır, yağıca bir durum aldı, buna müsaade edemeyeceğini sert bir cevapla bildirdi. Yavuz bir (meclisi has) yaptı. Ne yapmak gerekli olduğunu konuşuğa koydu. Mısırlıların şu halini bir savaş sebebi saydılar. Hersekli Ahmed Paşa da vakti ile Mısır'da tutsak iken, Kölemenlerin Osmanoğulları hakkında çok kötü niyetlerini anlamış olduğunu söyledi. Nişancı Hocazade Mehmed Çelebi dahi, hilafetin artık Osman Oğullarına hak olduğunu bildirdi. Bu söz Yavuz'un hoşuna gitti, Mehmed Çelebi'yi vezirlik erecesine yükseltti. Sonunda Zembilli Ali Efendi savaş için fetva verdi.
Padişah Üsküdar’a geçti, ordunun başında Konya’ya doğru yol alındı. Daha kimse savaşın kimlere karşı olacağını bilmemekle beraber Mısır dahi hazırlığa başlamış idi. Kansu Gavri, her ne kadar iş başına zorla getirilmiş ise de kendi ödevlerini iyi yapan bir hükümdar olduğunu göstermiş idi. Savaşın iyi sonuç vermeyeceğini anlamış, önüne geçmek için önce de Yavuz'un yanına elçiler göndermişti. Ayaklarına kapanan elçilere Yavuz şu cevabı verdi:
Vakit geçti. Kalkın gidin, sizi gönderene deyin ki ayak bir taşa iki defa takılmaz. Kahire’ye geleceğim.
Yavuz'un dahi Mısır'a, Zeyrekzade Hoca Rükneddin Efendi ile Karaca Paşa'yı elçi olarak gönderdiğini (Tarihi Eb'ülfaruk) da yazan Murad Bey bunun sebebini bildirmediği için zihin, biraz duraklıyor. Karaçelebizade Abdülaziz bunu (Ravdatül Ebrar)' ında şu yolda sebeplemiştir:
“Emri sefer mukarrer oldukça istilâmı ahvali Çerkesi betheves için Sadri Rumeli Zirekzade ve ayanı ümeradan Karaca Paşa ile hala bemedetkârii avni bari istisali surhseran (Kızılbaşlar) kasdına kişveri İran tarafına atfi inan olunmuştur. Hadimülharemeyn olduğunuz cihetten tühfei duanız birle imdadınız istid’a olunur”.
Şu ifadeden anlaşılıyor ki Yavuz bu elçileri Mısır ahvalını anlamak ve seferberliğin sebebini gizlemek için göndermiştir.
Gavri'nin Mısır'dan hareketini duyan Halep naibi Hayri Bey bunları Halep’te alıkoymuş. Gavri geldiği vakit bunlara önce ekşi yüz göstermiş, hapse tıkamış, sonra salıvermiş, bunlar da Bucak dere denilen yerde Yavuz'a kavuşmuştur.
Gene, ayniaynine, Ravdat'ül Ebrar’dan alıyorum:
“Bucak dere nam makamda takbili payei şeriri devletmasir ve zeban kele ile (1) sergüzeştlerin takrir ettiklerinde ol Çerkes’i nakes bazı mertebe ikdam ettiği vaz’ı namuvafık müekkidi azmi sabik olup, semendi azimete irhayı inanı musaraat olundu. Afitabı rikâbları Ayıntap kurbunda lâmiülişrak olacak; hakimi olan emiri nigü tedbir Yunus, Gavri ittibainden imtina edub bendegâni astanrastane iltihak eyledi. Ayıntap’tan maada Malatya ve Divrik ve Darende ve Behisni ve Kal’atülrum mazbutü huddami dergâhi âli olup ama bir kavilde bu futuhati celile teshiri Halebi Şehba'dan sonra suretnümayi zuhur olmuştur”.
Eb'ulfaruk'tan ayniaynine alıyorum.
“Mısır hududuna gelince Antep Beyi Yunus Bey dergâhı hümayuna gelip arzı ubudiyet etti. Makbule geçti. Sancak ile taltif olundu.
Yukarıya aldığımız şu yazılar, Antep’in ancak (Mercidâbık) Harbi'nin hemen arefesinde Osmanlılar eline düştüğünü açıktan açığa göstermektedir.
Halbuki hadiselerin yürüyüşünden çıkardığımız anlam yukarıda söylediğimiz gibi, Antep’in, Dulkadir toprakları ile beraber Osmanlılar eline geçtiği yolunda idi. Görüyoruz ki Dulkadir Beyliği'ne ait Malatya, Divrik, Besni, Rumkale şarları dahi bir bakıma göre Antep’le beraber, bir bakıma göre de Halep alındıktan sonra Osmanlı mülküne katılmış oluyorlar.
Bütün tarih kitaplarında olduğu gibi burada dahi Antep’in (Mercidâbık) savaşı sırasında Osmanlılara geçtiği yazılmaktadır. İlerden beri hep bildiğimiz de böyledir. Fakat bununla öbür tarihsel oluğu (vak’a) nasıl bağdamlıdır!
Antep, Malatya, Besni, Rumkale gibi memleketlerin, Alâiddevle hükümetinin sınırlan içinde bulunduğu gene eski yıllıklarda, eski ve yeni bütün tarih kitaplarında yazılıdır. Bundan başka Antep’te kendi adına yaptırdığı bir de cami vardır.
Alâiddevle her ne kadar Mısırlıların himayesi altında bir beylik idiyse de ayrı sınırları ve ayrı yönetimi vardı. Tarihsel bir hakikattir ki Alâiddevle öldürüldükten sonra mülkü bir Osmanlı eyaleti olmuş ve yönetimi Şehsüvar oğlu Ali Bey'e verilmişti. Bunun yerliği 921 göçüm yılının Cemaziyelevvelinde verilmiştir.
Mercidâbık Harbi ise, 922 Göçüm yılının 26 Recep'inde Kansu Gavri'nin ölümüyle bitmiştir. Arada bir yıldan artık bir vakit var.
Yalnız Antep değil, Dulkadirlere ait birçok memleketlerin dahi, yukarıda yazıldığı gibi Halep alındıktan sonra Osmanlı mülküne girdiği yazılmaktadır.
Şehsüvar Oğlu Ali Bey, buraları kendiliğinden Mısırlılara veremezdi. Osmanlıların vermesi akla hiç uygun değildir. Maraş ve Elbistan’da Mısır Hükümdarı adına hutbe okunması hakkında Yavuz'un verdiği sert karşılık bellidir. Mısırlılar bu memleketleri zorla alamazdı. Çünkü Osmanoğulları ile savaştan çekiniyorlardı. Harbe meydan vermemek için her ne teklif edilirse kabul edilmek üzere Kansu'nun gönderdiği elçiler Yavuz'un ayaklarına kapanmıştı. Kağırmanlık uzdilliğine (belagatine) çok güzel bir örnek olacak cevabını yukarıda yazmıştık.
Mısıra geleceğim!..
Arada bir harp olmadığı gibi Dulkadir Beyliği'nin paylaşıldığı hakkında bir yazı da yoktur. Bunun büsbütün karşıtı açıktan yazılmaktadır:
Dulkadir Beyliği'nin bir Osmanlı eyaleti olması.
Bunu şöyle oranlıyorum (tahmin ediyorum):
Dulkadir Beyliği denince akla önce Maraş, Elbistan ve dolayı (havali) gelir, Alâiddevle öldükten ve hükümetine son verildikten sonra buralar ihmal edilmiştir. Çünkü asıl meram, bir çıbanı meydandan kaldırmaktı. Memleket ve toprak kazanmak değildi. Her şarın, ayrı ayrı alınmasını önememişlerdir. {ehemmiyet vermek)
Başka bir şey daha hatıra gelebilir:
İran içlerine doğru ilerlemek ve İran’ı baştan başa almak niyetinde olan Yavuz, yeniçerilerinin uygunsuzluğu yüzünden yalnız Çaldıran Seferi'ni yeter saymıştı. Dinlenmeden bunları başka büyük bir hükümet ile harbe sokmak güç olacaktı. Savaşı daha ileri götürerek Mısırlıları vakitsiz kuşkulandırmak uygun görülmemiştir.
Şimdi bu bahsi burada bitirerek (Mercidâbık) Harbi'ni yazacak ve Antep tarihi hakkındaki yazımızın birinci kısmına son vereceğiz.
Ordu Bucak Dere'den sonra Halep’e doğru yol almaya başlamıştı. Antep bağlantı (mülhakat)larından Kilis'in cenubunda (Mercidâbık) denilen yerde Mısırlılarla karşılaştı. Mısırlılarda çok gurur vardı. Birkaç gün evvel Gavri dahi bir elçi heyeti göndermişti. Bu, (Moğulbay)' ın başkanlığı altında hep zırhlı askerler idi. Buna, Yavuz'un canı çok sıkılmıştı. Bu, elçi göndermekten ziyade gösteriş yapmaya benziyordu. Hepsinin de öldürülmesini emretti. Yunus Paşa ayaklarına kapanarak bunları, güçlükle kurtardı. Karaçelebizade Abdülaziz (Ravdatül Ebrar)'ında (Mercidâbık) Harbi'ni şöyle anlatıyor (1):
"Peyamı kurbü vusulü rayatı şehriyari Gavri'nin güşgüzarı olıcak, fartı hayret ve infial ve mezidi hüznü melâl birle istikbale istical edüp (Mercidâbık) nam makamda darbı hiyamı âram eyledi. Ol menzilde mesafei mabeyn, takabülü sipahi tarafeyne müntehi, Canibeynden merdi meydanı hüner ulan dilaverler duai seyfe mübtedi olıcak, kişveri vücude tekü tay eden, tiğı miğrengi sâikagirdar harmeni hayatı tarümar ve aşiyanı kemandan pervâze gelen, cerrebazanı lâlinminkar ikabi canşikâr olup, Mercidâbık hunin kelleler ile sertaser ravzai şikak oldu. Hengâmei girüdar ancak beş derece berkarar ve derecei sadisede safı naüstüvari Çerakese rahnedar olup, sipahi Mısır sarsarı hücum önünden evrakı hazan gibi tarümar olmağa başladılar".
Yukarıda Karaçelebi oğlunun dediği gibi (Mercidâbık)'ta karşılaşan iki ordudan Mısır ordusu o kadar darmadağın olmuştu ki ancak kendisini başka bir hükümdar ve başka bir komutanın yönetiminde ve başka bir ülkede Elmukattam Dağı'nın eteklerinde toplayabilmişti.
Bu savaşa her iki taraf çok önem veriyordu. Çünkü bunun sonucu İslam evreninin hegemonyasını karşı karşıya bulunan iki düşman hükümetten birisine verecekti. Eski bir yıllıkta yazıldığına göre, bu savaşta Osmanlıların 80 bin asker ve 800 topları vardı. Mısırlılar tarafında dahi Urban takımı ve askeri kuvvetten başka para ile satın alınmış ve harp için yetiştirilmiş 13 bin harpçı bulunuyordu.
Osmanlı toplarından 200 tanesi gayet büyük olup ancak otuz kırk beygirle çektirilebilirdi. Geri kalanı (Darbazen) dedikleri sahra topları idi. Bunları çekmek için de dörder beygir koşulurdu. Bunların namluları beşer karış uzunluğunda idi. Askerin 20 bini atlı idi, ellerinde kırmızı ve sarı bayraklarla süslü mızraklar vardı. Yavuz’un mihterhanesi dahi beraberinde idi.
Öncü kuvvet (pişdar): Atlı askerler ve iki tümen (fırka) topçudan ibaret idi.
Merkezde: Yavuz ve Yeniçeriler ...
Sağ kolda: Anadolu beylerbeyisi Zeynel Paşa, Karaman beylerbeyisi Hüsrev Paşa, Ramazan oğlu Mahmud Bey, Şehsüvar oğlu Ali Bey.
Sol kolda: Sadrazam Sinan Paşa, Diyarbakır beylerbeyisi Bıyıklı Mehmet Paşa, Sivas beylerbeyisi Şadı Paşa ve Rumeli asker ve sancak beyleri.
Arkada: Azeb askeri, toplar, cebe (mühimmat) arabaları vardı.
Mısır askeri dahi şöylece dizilmişti:
Kuvvetülkalb (merkez): Kansu Gavri ve Süderi (maiyet) askerleri.
Talia (ileri kol): Emiri kebir (Başkumandan) Sudun, divittar (mabeynci), Hatemül Eşrefi.
Meymene (sağ kol): Halep Valisi Hayri Bey, Emiri meclis (mabeyn müşürü) Yahşi Bey.
Meysere (sol kol): Şam Valisi Sibbay, Emiri silâh (tophana müşürü), Erkmas (ürkmes)...
Bunlardan başka Mısır ordusunda çok ünlü 20 kadar komutan vardı. Bunların askerî uruba ve silahları, göz kamaştıracak kadar süslü ve kıymetli idi. Hemen Gavri’nin üzerinde üç bin altınlık bir saltanat urubası vardı.
Yavuz topları, zincirlerle birbirine bağlatmış ve önünü yaya askerlerle örtmüş idi.
Gavri, ordusunu yarım değre (daire) halinde sıralamış ve savaş boyunun bir ucu (Mercidâbık) 'tan başlayarak Ağzaz'da bitmişti.
922 Göçeyıl Recebi'nin 23’üncü pazar günü güneş doğar doğmaz, atlı çarhacılar harbi açmıştı. Sonradan kızıştı. Kesik kesik ve çok şiddetli olarak sürüp gidiyordu. Bir aralık Mısırlılar hücumlarını çok artırdılar.
Yavuz, belindeki tarihsel kılıcı çekerek harp meydanına atıldı. Şu hali, askeri şevke getirdi. Savaşın çok kızışık bir evresinde Yavuz geriler gibi bir durum aldı. Asker, meramını anlayarak kendisine uydu ve Mısırlıları yaya cenkçilerle örtülü toplar üzerine çekti. O anda şiddetli bir ateş başladı.
Mısır askeri sarsıldı ve yerinden oynadı. Osmanlılar hücumu artırdı. Mısırlılar için felaket başlamıştı. Harp dizisi her yanda çözüldü; eridi, dağıldı. Bozgun asker karma karışık arkaya doğru kaçmaya koyuldu.
Kansu Gavri can korkusu ile dağınık bir halde kaçan bozgun askerin arasında kayboldu.
Bunun hakkında birbirine uymayan öyküler (rivayet) vardır.
Murad Bey; seksen yaşında bir ihtiyar olan Kansu Gavri'nin, kaçarken üzerine bir fenalık geldiğini, attan inerek bir su kenarında seccadesine uzanıp canını verdiğini; Karaçelebi oğlu Abdülaziz Efendi tutsak olmaması için askerleri tarafından öldürüldüğünü; İbnî Ayaş dahi, askerin bozulması üzerine ye’sinden inme indirdiğini ve atından düşerek at ayakları altında çiğnendiğini yazmaktadır.
Gavri askerlerine çok güveniyordu. Sefere başlarken İstanbul’a girmek için hazırlanmış, bu düşünce ile yanına pek çok para almıştı.
Ordu merkezinde bu paralar elde edildiği gibi Halep haznesinde dahi Murad Bey'e göre bir milyondan artık altın bulunmuş idi.
Antep’in çok yakınında geçen ve Antep’in ondan sonraki yaşayışı üzerine çok etki (tesir) yapan şu tarihsel olgu (vak’a)yı yazarak ve buna bir de betke ekleyerek birinci kısma son vereceğiz. Antep’e çok ilgisi olduğundan şuraya bir iki cümle daha yazmayı gerekli buldum:
Antep Beylerbeyisi Yunus Bey'in adı, Dâbık Savaşı'nda anılmamakta ise de onun dahi önemli bir rolü olduğu anlaşılıyor. Mısır'da Mukattam Dağı'nın eteklerinde, ikinci Osmanlı-Mısır savaşında vezir-i âzam Sinan Paşa, Adana hakimi Ramazan oğlu Mahmud Beyle beraber ödevi (vazife) uğruna can verdiği Ravdat'ül Ebrar'da yazılıdır.
[1] (1) Zeban, dil; kele avurt demek (zeban kele ile sergüzeştlerde takrir: ağızlarını açıp başlarına gelenleri söylemek anlamına.)
[2] (1) Bu yazıyı ve yukarıdaki bazı parçaları aynen alışım, bizdeki esk tarih dilinden ve tarih düşüncesinden bir örnek vermek içindir.