Üstünde taşıdığı parlak unvan ile feza tabakalarının sonsuz, nihayetsiz, hudutsuz sırlı ülkelerinde dolaşan kuyruklu yıldızlar gibi harp sonu yıllarında bütün dünyanın gözü önünden hayret, saygı ve sevgi uyandırarak geçen bu şehrin ilk kurumu kuyruklu yıldızların ilk başlangıcı gibi şimdilik zamanın kıvıranları arasında pırıltısını göremediğimiz bir sırdır.

Bu sırrın üstünü örten perdelerin kalkmasını, bu kahraman şehrin hangi anı tarihinde doğduğunu, ilcaatı zaman arasında nasıl serpilip büyüdüğünü adım adım takip etmek ne kadar zevkli bir iş olurdu!...

Bay Hikmet Turhan’ın epey bir zamandan beri müsait bir muhitte çalışmaları, çok ümit ederiz ki her kesin gözü önünde bu hususta yeni yeni hakikatler koyacaktır.

Topraklar altında unutulmuş kalmış şahitleri lisana getirmeden kütüphaneler köşesinde, sayfalar arasında gizlenmiş satırları okumadan evvel birdenbire göze çarpan bir hakikat vardır.

Bu güzel ova… Her yanı kademe kademe dağlarla çevrilmiş bu verimli toprak, bu sağlam hava tarihin dört yol ağzı olan bir yerde nasıl ihmal edilebilirdi?...

Ganj, Nil, Fırat, Dicle kenarlarında çimlenen çok eski medeniyetleri biliyoruz. Fırat’ın içinden geçtiği tarihi bir kıtanın en müstesna bir yeri çok müsait hayatiyet şartları gösterirken nasıl olur da ilk insan kafilelerini kendi sinesine çekmez olur?

Doğuda Mezopotamya, Asur, Güldan, Sümer medeniyetleri, daha ötede Hint Denizi, Hindistan diyarı....

Batıda Akdeniz sahilleri, Akdeniz medeniyeti ....

Kuzeyde Anadolu, Karadeniz, Bizans alemi....

Güneyde Mısır'a kadar uzanan Suriye ve Filistin ülkeleri var.

Acunun dört köşe ve bucağından gelen bütün medeniyet cereyanları burada birbiri ile karşılaşmış, burada birbiri ile çarpışmış, burada daimi met ve cezir halinde yaşamıştır.

Askerî, iktisadi bütün münasebetler burada düğümlenmiş, bunları getirip götüren yollar burada birbirine karışmıştır.

Böyle bir yer nasıl olurda ihmal edilebilirdi?

Elbette edilemezdi.

Gaziantep ve havalisinin Suriye arazisi dahilinde bulunduğuna zahip olanlar pek çoktur.

Bay Hikmet Turhan bu fahiş hatayı arazinin tabiat ve coğrafi vaziyeti bakımından tahlil ederek tamamıyla çürütüyor.

Bu hatayı çürütecek delillerden en mühimi de burasının hususi karakteridir.

Antep mensup olduğu cemaatin yasalarına daima sadık kalmış, bu hususta her türlü fedakârlığı yapmaktan hiçbir vakit çekilmemiştir.

Antep zulme karşı daima isyan etmiş, kendi benliğine tecavüz edenlerin karşısına daima tunçtan bir heykel gibi dikilmiştir.

Suriye’yi baştanbaşa saran Arap harsı buraya geldiği vakit durmuştur. O hars ki Mısır'dan geçmiş, Mısır'ı Arap yapmış; o hars ki Berberistan’a uğramış, Tunus’u dolaşmış; hep oralar dahi Arap kisvesine bürünmüş, Arap harsına, Arap diline boyanmıştır.

Burası, Suriye’nin karşısında ümmet devrinin muhtelif dinî tesirleri altında budunmuş, bütün bunlar bir sel gibi geçmiş, Gaziantep daima Türk olarak kalmıştır.

İşte bu varlık burada çok eski zamandan beri yerleşmiş; burasını Türklüğün aşınmaz sarsılmaz bir hisarı hâline koymuştur.

Gaziantep ve havalisinde bulunan antikalar, burasının kadim bir Türk diyarı olduğunu göstermektedir.

Bay Ömer Asım Aksoy’un, bu baptaki risalesi ile Bay Hikmet Turhan’ın birkaç makalesi bu sahayı mühim bir surette aydınlatmaktadır.

Bay Ömer Asım, bu risaleyi; Liverpool Âsâr-ı Atîka profesörü John Garstang'ın Hitit İmparatorluğu namındaki eserinin bu havaliye ait kısmıyla 1906'da Gaziantep’te vefat eden Amerikalı Charles Sonders'in, Gaziantep’in eski mevkii olan Dülük hakkındaki notlardan terkip ediyor.

Garstang'ın, 1911’de Antep’in 50 kilometre garbinde, Sakçagöz köyü yanında, Caba Hüyük’te yaptığı ve gördüğü âsârın resmini aldıktan sonra tekrar kapattığı mahalleye gidiyor; bunları tekrar açtırarak bizzat ve kitaptaki gibi aynen görüyor.

Profesöre göre:

Milattan 800-1000 sene evvel, Aksu ve Karasu vadisinde dört Eti krallığı vardı:

Zincirli, Sakçagöz, Maraş, Hacıbeyli.

Etiler, Suriye’ye inerken Aksu ve Karasu vadilerinden geçmişlerdir.

Şimalde: Maraş, Cenupta: Antakya ve Halep’i, derenin şimalinde: Zincirli'yi, Şarkında: Sakçagözü merkez ittihaz etmişlerdir.

Bundan otuz beş sene evve,l muhtarın konağında bulunup şimdi Berlin’de Vorderesiat Müzesi'nin 971 numarasında mukayyet bulunan “Kralın Aslan Av Manzarası", profesörün bu araştırmasına vesile olmuştur. Çünkü o üç parça taştan ibaret bu eser dolayısıyla, yakında kiralın sarayı bulunduğunu tahmin ediyordu.

Resimdeki Aslan, hem yeni bulunmuş aslanlara hem de Maraş Aslanı'na benzemektedir.

Bu eser, Milât ötesi sekizinci-dokuzuncu asra; yani Etilerin düşmeye başladıkları bir zamana ait olduğundan, bunda Asurilerin de tesiri görülmektedir. Birkaç höyükte yapılan sondajdan anlaşıldığına göre buraya Etiler gelmezden evvel de bir medeniyet vardı.

Caba Hüyük hafriyatında bulunan kale, 120 metre uzunluğunda ve yüz metre enindedir. Arslan Avı Manzarası'nın bu kalenin kapısından çıkarıldığı zannolunuyor. Kale duvarının içi küçük, dışı büyük taşlarla yapılmış olup; kalınlığı dört metredir. Duvarlar boyunca, birkaç metre fasıla ile bir metre daha dışarı çıkan burçlar mevcut olup, köşedekiler daha kuvvetlidir. Duvarın yüksekliği, enine göre altı metre tahmin olunmaktadır. Profesör, bunu ancak dört metreye kadar eşmiştir. Bu kale, Boğaz köydeki büyük kaleye benzetiliyor.

Risalede, sarayın kapısında çok mühim abideler olduğu yazılmaktadır. Bilhassa Aslanlar çok mahfuz kalmış, diğer Eti eserleri gibi bozulmamıştır. Görülen eserler tavsif edilirken; iki insanın başının üzerinde fese benzer bir şey görüldüğü ve bunun üstünde de çok şualı bir yıldız ile bir ay bulunduğu bildirilmektedir. Profesör, Türklerin ay ve yıldızlarının buradan alındığına ihtimal veriyor.

Kendisinden bahis geçen bir Sfenksin arkasında bulunan adam mühim görülmektedir. Bu adam Etilerin Anadoludaki eserleri gibi entarı geymiş, altıcdao gömleği bile görülüyor.

Gene iki hizmetçi çok tipiktir. Pabuçlarının ucu yukarı dönmüştür. Bu havalide hâlâ kullanılan ve "yemeni" adı verilen ayakkabıyı andırıyor. Bunlardan birisinin elinde bir sinek kovacağı, bir elinde bir kayış; diğeri bir elinde doğan, bir elinde de kuşu çağırmaya mahsus sallayacak bir şey tutuyor. Her iki adamın üzerinde de birer bıçak var.

Bundan sonra profesör Garstang, o civarda hüyüklerin en büyüğü olan Songras hüyüğünü eşmiş; Milattan 1400 sene evveline müsadif ve Eti krallarının en büyüğü olan on sekizinci sülâleye mensup Subbiluliuma devrine ait eserler bulmuştur.

Demek oluyor ki, Gaziantep ve havalisi çok eski bir zamandan beri Eti medeniyetinin inkişaf ettiği bir sahadır. Yukarıdaki resimlerde görülen bazı hususiyetler bugüne kadar devam etmiştir. Entari ve onun altındaki gömlek, hâlâ köylülerimizin kıyafeti olduğu gibi ayakkabı da öyledir.

İki hizmetçinin ellerinde tuttukları kayış ve doğan, kuş avını göstermektedir. Bununla keklik, turaç ve buna benzer kuşlar avlanır. Bu av şekli, Gaziantep'te yakın vakte kadar yaşamış ve bu satırları yazan, bunu yapanların zamanını idrak etmiştir.

Bay Asım'ın risalesinde bahsi geçen Amerikalı Charles Sanders'in Dülük hakkında verdiği malûmatın hulâsası şudur:

Gaziantep'in 12 kilo metre şimalinde olup, Dülük köyüne yakındır. Civarındaki Sam köyünde duvarlı bir havuz var. İçindeki balıklara halk ilişmez. Dülükbaba tepesinin dibinde olan bu havuz meşhur Dülük Mihrabı'nın yerini tayin etmektedir. Burada bir tarafı kırık bir abide bulunmuştur. Bunun Jupiter Dolichenus'a ait olduğu anlaşılıyor. Bu, öküz üzerinde bir ilâhi gösteriyor. İlâh bir elinde bir yıldırım, diğer elinde iki ağızlı bir balta tutuyor. Bu, Etilerin Teşşüp adındaki fırtına ilâhıdır.

Fotoğraf: Gaziantep civarında bulunan eski eserlerden bazıları

Gaziantep mülhakatından Fevzipaşa civarındaki Zincirli'de bulunan Teşşüp ile benzeyişleri var.

Dülük Jüpiteri'nin Cenubî Anadolu ve Suriye'de bir arkadaşı vardı ki aslan üzerinde gösterilir. Bu ilâh, Etilerin bu havaliyi istilâsından evvel vardı. Sonradan ikisnin bir arada gösterilmesi, Eti istilâsından ötürüdür. Şimdi Viyana Müzesi'nde bulunan Munbuc parası üzerindeki resim, bunu açıkça göstermektedir. İki ilâhtan biri öküz, diğeri aslan üzerindedir. Öküz üstündeki erkek, aslan üstündeki dişi ilâhtır. Bunlar, Malatya ve Eyük'te bulunan ilâhlara benzer.

Bay Asım'ın risalesinden, bize çok kıymetli malumat veren müteveffa Charles Sanders'in şu sözlerini aynen alıyorum: "Muhtelif merkezlerin ibadeilerini mükayese edersek anlayacağız ki merkezi Eti dini Dülük'te kökleşmişti."

Dülük Jüpiteri'nin âyini, bütün Batı alemine yayılmış, Avrupa'nın muhtelif yerlerinde 84 Dülük Jüpiteri'nin Heykeli dikil miştir. Roma'da Avantin Tepesi'nde bir Dülük heykeli vardır. Bunun, Roma imparatorlarından Antonius Pius zamanında yapıldığı zannolunuyor. Gaziantep Dülük mevkii Romalıların dört yollarının birleştiği bir yerdi.

Bay Hikmet Turhan'ın yazılarından öğrendiğimize göre 1907'de Liverpool Arkeoloji ve Antrapoloji Cemiyeti, Antep ve havalisinde bir araştırma yapmış, bulmuş olduğu iki taşa "Antep taşları" adını koymuştur. Bu taş, şimdi Liverpool şehrinin müzesinde bulunmaktadır. Bu taşlardan birisi yazısız, öbürüsü bir kitabedir. Bununla meşgul olan âlimlere göre bu kitabe Milattan evvel onuncu asra ait olup, bir mâbed kitabesi yahut bir kahramana ait bir âbide parçası olduğu zannedilmektedir. Bu taşlar yukarıda bahsi geçen "Kralın Aslan Avı" eserinden daha eski demektir.

Taşın üzerindeki bu yazı, üç pano yani sıradan ibaret olup ortadaki tamamıdır ve bir kenar içine alınmıştır.

Fotoğraf: Gaziantep civarında bulunan eski eserlerden bazıları

En aşağıdakinin yalnız sol taraftaki parça eksiktir. En üst panoda ise yalnız bazı işaretler kalmıştır. Profesör Sayce'a göre bu abide memleket ilâhına dikilmiştir. Bu abideden kalan bir parça bir adamın sağ dizine kadar görünüyor. Elbise ise kısa bir entariye benziyor. Alt kenarı aşağıdan yukarıya doğru kıvrılmıştır. Sol bacak harekete hazır gibi bir vaziyet ifade ediyor. Bir cengaveri gösteren bu kabartmadaki bu adam belkide mızrak atar bir vaziyette bulunuyordu.

Kilis'te, Tılbaşar'da, Karavaburç'ta, Antep'in her tarafında pek çok Hitit eseri gözükmekte ve bunların birçokları maalesef ne olduğu bilinmeden kaybolup gitmektedir. Köylüler, her tarafı delik deşik edip bulabildikleri antikaları hudut ötesine gidip satmaktadırlar.

Yukarıda, Caba Hüyük araştırmalarında adı geçen profesör Garstang'a göre bilhassa dağ etrafındaki köylerin çehrelerinde, Hitit abidelerindeki resimleri anlatan bir çok hususiyetler vardır.

Gerek fizyonomi gerek kıyafet itibar bir şeydir. Bu havalinin şimdiki sakinleri, çok eski cedlerinin topraklarında oturuyorlar demektir. Aradan geçen bir çok asırlar, birbiri arkasını takib eden vakalar, zaman selinin yer yer husule getirdiği sarsıntılar, çöküntüler bu sağlam ırkın seciyesine dokunamamıştır.

Sağlam bir kol, saf bir kalp, hiçbir tehlike karşısında irkilmek bilmeyen yüksek bir cesaret, temiz bir ruh, bu havali halkının çok eski atalarından aldığı bir cevher olup bu emaneti nasıl aldıysa, öylece sapasağlam en son neslinin eline teslim edecektir.

Antep'in her tarafında büyük küçük birçok hüyükler mevcuttur. Bunların bazılarında hâlâ eskiden kalma harabelerin izleri görülmektedir. "Homanız, Balduzak" hüyüklerini bunlar arasında sayabiliriz. Buralarda Romalıların mezarlarına paralarına tesadüf olunmaktadır. Fakat bu işin satha ait olan kısmıdır. Toprağın derin tabakalarında daha eski medeniyetlerin bulunamıyacağı ne malum!

Carabulus ve Truva taharriyatı bize, tabaka tabaka birbirinin üstüne dizilmiş muhtelif medeniyetleri göstermiyor mu ?

Yukarıda bahsi geçen kadim eserler, Gaziantep ve havalisinin çok eskiden beri Hititler tarafından işgal edildiği ve buralardan Asur, Güldan, Acem, Roma, Bizans, Arap selleri gelip geçmiş olmakla beraber; ilk atalarımızla sonradan gelen oymaklarımız - Tolunoğulları, Atabekliler, Selçuklar, Timur Türkleri ve Osmanoğlu Türklerinin- hakkında bizi oldukça aydınlatıyor. Fakat bunlar büyük bir kitabın içinden birkaç yaprak demektir. Bundan böyle yapılacak araştırmalar, bu kitabın öbür sayfalarını da yaratacaktır.

Bazı kelimeler vardır ki birer yıldız gibi bu fikir etrafında hafif ışıltılar meydana getirmektedir.

“Atabek” adını taşıyan bir köyümüz var. Bize, Amadeddin ve Nureddin şehitleri hatırlatıyor.

İncesu köyünde, "Bayındıroğulları” ismini taşıyan bir aile yaşamaktadır.

Dülük harabesine halk “Geber’’ adını vermektedir. Bu kelime, "görüş, görünüş" manasına Türkçe bir isimdir. Saraylara ve büyük binalara verilmeye müsait bir isim. Bu, bize kim bilir hangi uzun asırlardan beri geliyor?

Yukarıda bahsi göçen “alan’’ kelimesi dağ taraflarındaki köylerde ilerden beri kullanılmaktadır.

Çarşıda yoğurt küleklerinin, mahraların (tahtadan büyük ve mustatili küfeler) üstündeki eski damgalar;[1] Orhon ve Yeniçağ abidelerinin üzerindeki yazılarla bazen benzeyiş bazen ayniyet gösterir. [2]

Bu abideler üzerinde, yazı dilimize girmeyen bazı sözler vardır ki halkın dilinde canlı olarak yaşamaktadır.

Ellik

El malûm ve müteammimdir. Fakat eldiven manasına gelen ellik buraya mahsustur.

Öğüş

Abide’de "çok ve ziyade" manasında. Burada da hemen hemen bu manada kullanılır. "Canım öğüşlük vermedi." derler. "Canım azaldı, yüreğim dayanmadı." manasında.

Aknım

Abidede çok tekerrür eden bir lügat. "Babam" manasında.

Gaziantep mülhakatından Halfeti’de babaya çocuklar tarafından çok vakit "ağo" derler.

Bu havalide "k"harfi "g" gibi söylenir. Bunların da aynî lügat olduğu belli.

Yoğun

Abidede "kalın" manasında.

Bunu halk ve köylülerimiz aynı manada kullanırlar.

Okuğlu gelti

Abidede manası: "davetçi" geldi.

Burada, düğün sahibi tarafından davet için gönderilen davetçi kadına "okuyucu" derler.

Şu birkaç kelime Karakurum ve Karabalfasun'la, Suriye’nin karşısında ve Anavatan'ın cenub hududunda bulunan bir memleketin ön münasetlerini ne kadar güzel gösteriyor.

Dede Korkut’un Oğuznâmesi'nde birçok tabirler vardır ki yazı dilimize girmemiş; burada halkın dilinde daima canlı olarak yaşamıştır.

“Ağırlar, aziz gönderir.’’ İzaz ve ikram etmek.

Bazlambaç

Köylü ve halkın saç (kızgın, muhaddeb siyah demir) üzerinde yaptığı yufka.

“Tıka basa yer.’’ Tamamı tamamına yemek, mideyi doldurmak.

“Kov kıldı.’’ Birinin sözünü öbürüne ulaştırdı.

"Toy edip Oğuz Beylerin konuklardı.”

Burada:

Toy düğün etti.

“Yığnak" âdi toplantıdan farklı. Harp esnasında, karışıklarda toplantı.

“Bekyiğitler, cilasınlar birbirine.” Burada cilasın gibi babayiğit.

“Koç öldürgil’’ Burada köylere hatırlı bir misafir gittiği vakit koyun, keçi keserler. “Koyun öldürdü, koç öldürdü.” derler.

“Boğa götün götün gitti." Boğa arka arka gitti. Burada çok kullanılan bir tabir.

“Çiğni: omuz. Burada: seni sağ çiğnim ağrırsa sol çiğnimde, sol çiğni ağrırsa sağ çiğnimde götürürüm. derler.

“Av avladılar, kuş kuşladılar." Burada aynen.

"... Güzüm derse han yaman seğirir.” Burada aynen.

“Yüğrük suda bir oğul akıttı ki değil mana." Yüğrük su: keskin ve çabuk akan su. Burada yüğrük at derler.

“Uyhu" Burada uyku yerine aynen uyhu.

“Baş kaldırdı, yalabbadak gözünü açtı." Yani birdenbire gözünü açtı. Burada aynen.

“Ağ pürçeklu." Burada aynen.

‘"Yaramı sığadı, yaram onuldu” Burada aynen.

"Menim elümü şeşin" Şeşmek çözmek manasında.

Burada köylüler çözmek, yerine şeşmeği çok kullanırlar.

"Atlar ... kulun vermez." Kulun at yavrusu. Burada aynen.

“Altı perli gürz ile." Per köşe manasında.

Burada köşeli tahtadan değirmen dolabı.

“... Beşik kertme yavuklu olsun .." Burada aynen.

“Çapar" Alaca bulaca manasında. Burada halk ve köylü tarafından çok kullanılır.

“Arı sudan abdest aldık.” Arı kelimesini köylüler kullanır.

“Çalımlı" Âzametli. Bura aynen.

“Kova kova bir yere geldi." Burada aynen.

“Çağırın haberleşelim." Burada aynen.

"Kızın bağdamasın aldı." Ayağı, bağa geçirme, çelme.

(Fotoğraf): Gaziantep civarında bulunan eserlerinden bazıları

Burada "bağda atmak", bağdasını boşa düşürmek; güreşçiler arasında kullanılır.

“Okun yirdi." Yirmek: ayırmak. Burada halk ve köylü arasında kullanılır.

“Oğul, ya seni evermek mi lâzım? Burada evlendirmek yerine evermek kullanılır.

“Oğul, ya sen kız dilemezsin; kendine bir hampa istermişsin." Hampa: yardımcı.

(Fotoğraf):Gaziantep civarında buluttan Eti eserlerin den bazıları

Burada "hampasını çalmak" tabiri kullanılır. Yani gayretini gütmek.

Gen: geniş manasında. Burada çok kullanılan bir tabir.

Çobana gen yazı gerek, gönlünü gen tut.

Yazı dilimize girmemiş bu kabil tabir ve sözler pek çoktur. Fakat fikir verebilmek için bu kadarı kâfi görülmüştür.

Demek oluyor ki Gaziantep ilerden beri bir Türk memleketi olup dilimizin mücevherden daha kıymetli sözlerini kendi ruhunda gizlemiş, yabancı harsların tesirine karşı kendi millî benliğini tamamı ile muhafaza etmiştir.

Yukarıdan beri yazılan yazılarda Antep’in eski bir şehir olduğu ve ahalisinin çok eskiden beri Türklere meskûn bulunduğu kanaati ispata çalışılmıştır.

"Antep" ismi eski devirlere ait vakalarda niçin geçmemiş. Acaba hakikaten geçmemiş mi, yoksa biz mi bilmiyoruz? Buna şimdilik bir cevap vermek pek erken olur.

İşte bu sebeple Antep’in yeni bir şehir olduğu, hemen hemen klasik bilgiler sırasına geçmiştir.

Bu zehabı veren sebeplerden birisi de Antep isminin muhtelif şekiller ve telaffuzlar geçirmiş olmasıdır.

Antep....Hamtab.... Antiochia ad Tourum, Kalatülfüsus, .... Dolichenus...., Dolchenus....., Dulchenus ..., Dolicenus....., Dulcenus...., Dülük...., Doulouk..., Tolipa....

ANTEP

Güya bu “Ayin’’ ile “Tab” anasırından mürekkep bir kelime imiş. Bazılarına göre de “Ta" harfinin kalın telaffuzu olan thap kelimesinden muharref imiş. Bu da Güldanice "cüzel" manasına imiş.

Buna bakılırsa, Antep’in hiç olmazsa Güldaniler zamanına kadar çıkması icap eder.

Bana geliyor ki şu tahlil bir kelime oyuncağından, ilâl ve idgâmdan başka bir şey değildir. Yalnız haricî bir benzeyişten başka bir kıymeti yoktur.

Bay Hikmet Turhan’ın, büyük kenttaşımız merhum Antep’li Aynî'nin (Akdü'l Hican Târîh-i Ehlü'z-Zaman) adlı 24 ciltlik tarihinden şu parçayı alıyor:

Medine-i Antep'in bu isimle tesmiye olunduğuna sebep böyle mesmuumuz olmuştur ki aslında Antep’in ismi (Kale-i Fusus) olup anın (Ayin) isminde bir hakimi vardı. Kem, fesad ve katitarik ile meşhuru âfak idi. Allah tarafından bir gün şahsı mezkûre hidayet erişip yaptıklarına bilkülliye taib ve müstağfir olup izhari ferağ etmekle bunu görüp istima edenlerin "Aynitab" demeleri, şehri mezkûrun isminin böylece kalmasına sebep olmuştur.

Yahut suyunun güzelliğinden kinaye olarak Aynitap demişlerdir.

Merhum kenttaşımız da bunu- bu işittiğini- söylüyor, geçiyor; bu babda kat’î bir hüküm vermiyor.

Antiöchla ad Tourum

Bu da terkipli bir isimdir. ‘"Antep" kelimesindeki savtî unsurları ile bu isminkinin arasında çok yakınlık vardır.

Dülük

Bu isim ve bunun muhtelif benzeriyle "Antep" ismini te'lif, bizim bilgimizin yetişemeyeceği bir şeydir.

Yalnız, Dülük Jüpiter’inin Etilerin Fırtına ilâhı olan Teşşüp'ten başka bir şey olmadığını, yukarıda bir mütehassısın lisanından işitmiştik. Şu halde Antep yahut Dülük'ün Etiler zama­nına kadar dayandığını şimdilik kabul etmek, en tabiî ve zarurî bir mantık icabıdır.

Dülük ve Antep’i ayrı ayrı iki şehir halinde düşünmek, kendi kanaatime göre doğru bir şey değildir.

Yukarıda bundan bir nebze bahsetmiştik. Bir şehre kendi şahsiyetini veren hususiyetler nedir?

Toprak, iklim, su, ırk, coğrafî vaziyet ve tarihî mukadderat; dil, anane, yaşayış tarzı, kıyafet.

Birbirine muttasıl denecek derecede omuz omuza yaşayan Dülük ve Antep aynı şeyler değil midir?

Birçok şehirlerin biraz öteye, biraz beriye doğru kımıldayışları tarih ve coğrafya bilgilerinin bize gösterdiği mütearifelerdendir.

Şu izahata nazaran Antep ve Dülük kelimeleri altında ayrı ayrı iki şehir düşünmek doğru değildir.

Eski Halep salnâmeleri, Antep’in 800 Hicrî senesinden sonra inkişafa başladığını; bu babta Dülük'ten Antep’e intikal eden mahkeme sicili de bunu müeyyed olduğunu yazarlar.

Bunun doğru olup olmadığını gösteren en büyük bir delil, Merhum Aynî'nin Antep için yazdığı şu satırlardır:[3]

"Bir güzel belde olup taştan oyulma bir kalesi vardır. Suları ve bağ ve bostanlan çoktur ve ol nahiyenin (yani havlinin) şehridir. Mükellef çarşıları vardır ki etraftan tüccar ve misafirin kast edip gelirler ve bizim zamanımızda dokuz cami ve yüz yirmi kadar mescidi ve yirmiye yakın hamamı vardı.

Havaric ve zalemden birkaç kere harap olup hususan o havalide gezen Türkmen taifesinden nice istilalar görüp 797’de Emir Sulî ile Mıntaş müstevli oldu. Ol sebepten ahali azim zahmetler çekmişlerdi; ve badehu 803'te Timur’u bedzuhur olan faciribîdin asker ve mütakarribini ile gelip ol havalileri bilcümle harap eylemişlerdir. Badehu 823’de sahib-i İrakıyan olan Emir Kara Yusuf gelip ol dahi askerine çiğnetmiş idi.”

"Belde-i mezkûre, Türk ve Acem'den mecma-ı efâzıl ve ulemâ olup enderun-u şehirde on beş kadar yerde ulûm-u şettâdan tedris olunurdu. Hatta Antep’e "Küçük Buhara" dendiği dillerde söylenirdi.

Bu hâl elyevm münderis ve heba ve bu ulema âzim-i dâr-ı beka olup elân bir mes’leden hakkı ile cevap veren bir kimse kalmamış denir ise caizdir.”

"....... Bu Medine bu memlekete hükmeden Juslin elinde idi. Nûreddin Şehîd, bunu esir eyleyip belde-i merkumeyi elinden alıp kemâl-i mertebe nizam verdi. Sonra oğluna intikal eyledi. Oğlu da Toghrulü't t Tatarî bu şehri Melik Aziz bin Melik Tâhir'e teslim eyledi. Bâdehu Melik Salih Ahmed bin Melikü'n-Nâsır Salâhaddin'e geçti ve gelip bunda sakin oldu. Bu Medine’de bir âli köşk bina eyledi ki altın haller ile tezyin ve mermerler ile döşedi ve etrafına bostanlar ve türlü ağaçlar gars edip ma'mûr eyledi. Kalesine nazik evler bina eyleyip, anları dahi mermer ve altın haller ile süsledi ve şehrin dışarısında etbâına yetişecek kadar evler yaptı. Bu şehre "Küçük Şam" denirdi."

"Burası benim maskât-ı re’sim olup, 762 Ramazan’ı Şerîf'İnin onuncu gününde ...... vucuda geldim."

Yukarıdaki satırlarda pek çok hakikatlar vardır.

Halep salnâmesinde yazıldığı gibi Antep 800 tarihinden sonra inkişaf etmiş ise 762’de nasıl necma-i ulemâ ve fuzalâ olur, bu kadar camileri ve mescitleri bulunur, bir taraftan "Küçük Buhara", bir taraftan da "Küçük Şam" ismini alırdı.

Dülük'teki mahkeme sicilinin buraya 800 tarihinde intikal etmesi orada artık bir mahkemeye lüzum kalmadığını gösterir; Antep’in bu tarihten sonra inkişafı değil. Nasıl ki Osmanoğulları zamanında Tılbaşer ve Burç köylerinde nâipler vardı. Sonradan kaldırılmıştır. Bunlardan Antep mahkeme sicilleri bahsetmektedir.

762 tarihinde mükemmel, mamur, münkeşif ve o zaman çok eski bir kaleyi havi bulunan bir şehir bu dereceye gelmek için ne kadar uzun asırlar lâzımdır. Bunlara bakarak Antep’in çok eski olduğuna hükmetmemek mümkün değildir. Yukarıda zikrettiğim gibi bu toprak bu hava, bu iklim, beşerî münasebetlerin birbirleri ile kaynaştığı bu yer, nasıl olur da ihmale uğrayabilirdi?.

Yukarda Dülük Jüpiter’ini gösteren tasvirin bir Hitit ilâhı olduğunu bir mütehassısın lisanından dinledik. Antep taşları adını taşıyan eserin de Hititlere ait olduğunu gene bir mütehassısın yardımı ile anladık. Bay Hikmet Turhan’ın himmetiyle büyük kenttaşımız Aynî merhumun bu baptaki yazılarını okuduk. Antep’in çok eski bir şehir olduğuna hükmetmekte bir tereddüt varsa, işte bir şahit daha:

Antep kalesi

Eski bir hisardır.

Ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı malûm değildir. Fakat bu mecburiyetini karanlık ve kesif tabakalarını şuradan buradan delen ışıltılar var.

Bay Hikmet Turhan’ı dinleyelim:

" Milattan evvel 13. asırdan 7. asra kadar Antep, Hititlerin kuvvetli merkezlerinden birisiydi. Antep Kalesi tamamı ile bir Hitit eseridir. Çünkü Hitit medeniyetinin mühim vasıflarından biri de bu milletin askerî mimariye verdiği ehemmiyettir.”

Hitit, Asurî, Aramî, İran, İskender, Roma, Bizans, Arap ve Türk ordularına güzergâh olan Antep, 12. ve 13. asırda Haçlıların, Frankların akınlarına, Ermenilerin hücumlarına karşı gelmiştir.

“O zaman burası mühim bir kale ve ticaretgâh bir şehirdi. Temeli Hititler tarafından atılan Antep Kalesi, altıncı asırda Bizans imparatoru Justinien tarafından tamir edilmiştir. Antep Kalesi, 1920-1921'de olduğu gibi 14. asırda da mühim vakalara sahne olmuştur."

Meşhur tarih sahibi Antepli Aynî Efendi o devirde Antep’in Mentaş isminde birisinden çektiği sıkıntıdan ve kalede mahsur kalan halkın ıstırabından acıklı bir lisanla bahseder. O müdafaa da son müdafaa kadar merdane ve karhamanane olmuştur. İki müdafaa arasında geçen 530 seneye yakın bir zaman, bize Antep halkının ruhundaki istiklâl ve kahramanlık duygularının azaldığını değil, bilâkis arttığını göstermiştir. Ve işte bunun içindir ki Antep tarihinin ehemmiyeti büyüktür."

Fotoğraf: Gaziantep kale kapısının şimdiki hali

Fotoğraf: Gaziantep Kale kapısnının yandan görünüşü

"Antep şehri Hitit ve Firavun ordularının daimî bir mücadele sahnesi olduğu için Hititler Antep’te mühim bir kale yapmışlardır. Bu kaleyi sonra Asur, Acem, Roma, Bizans, Mısır ordusu kullanmış ve en nihayet Mısır Memluklularından Melik Eşref Kabitay tarafından 866 tarihinde tamir edilmiştir ki bu kitabe Antep Kalesi'nin kıbleye müteveccih kapısında görünmektedir. O halde Antep şehri aşağı yukarı 3200 sene evvel tesis edilmiş eski bir şehirdir.”

Bu kale bir kaya üzerine yapılmış olup, etrafı derin ve geniş bir hendek ile çevrilmiş idi.

Şarka bakan büyük bir cümle kapısı vardı. İçeri girildikte muhafızlara mahsus muhkem binalar görülürdü. Buradan da kıbleye müteveccih bir kapı, asıl kale ile muhafızların ikametine mahsus bu binayı birbirine bağlayan köprüye götürürdü.

Hikmet Turhan’ın yukarıda bahsettiği kitabe işte bu kapı üzerindedir.

Bu kapının hemen altında, hendeğin alt seviyesinde batıya doğru bakan kayadan oyma bir kapı daha vardır. Buradan evvelâ kalenin altına doğru giden kayadan oyma, muhtelit istikamette iki dehliz, iki suda nihayetlenir. Bunlardan birisine acı su ve diğerine de tatlı su derler.

Kalenin üstündeki büyük kapının bu tatlı suya indiği söylenir. Bu dehlizler gayet karanlık olup ışıksız yürüme imkânı yoktur.

Bu kapıdan yukarıya doğru iki yol daha tırmanarak birisi yan tarafa döner. Yer yer çöküntüler şimdi bu yollarda devama imkân bırakmamıştır.

Bu yollardan birisinin kalenin bütün çevresinde bulunan müdâfilere mahsus mahallere gittiği ve birisinin yukarı çıktığı aşikâr görülmektedir.

Kalenin poyraz tarafındaki sathi maili som kayadan olup diğer tarafları toprakla doldurulmuş ve üstü, burada "keymıh" denilen mermere yakın sert bir taşla döşenmiştir. Bu satıh haricinde, her taraftan hendeğe hâkim olmak üzere muntazam, fasılalı yarıklar açılmıştır. İç tarafında, müdâfilere mahsus boşluk kalenin bütün çevresini dolaşır.

Kalenin üst kaidesinin muhit dairesini, duvarlar ve mun­tazam fasılalarla bu duvarlara çıkıntı yapan burçlar teşkil eder. Bunların çıkıntısı 3-4 metre, irtifâ-ı tahminen on metreyi mütecaviz, arzları altı yedi metre arasındadır. Bu burçlar, müna­vebe ile üç satıhlı ve dört satıhlı olarak devam eder. Her iki burç arasındaki duvar kısımları otuz metre tahmin olunabilir.

Üstündeki evlerin enkazı hâlâ görülmektedir. Ayrıca bir hamam, bir de cami harabası vardır.

Köprüden geçilip kaleye girildiği vakit, geniş ve yüksek bir dehlize tesadüf olunur. Bu dehlizi son müntehasındaki köşede, duvarın içine girmiş hücreye benzeyen bir yer var; burası İmam Gazâlî'nin makamıdır.

İmam Gazâlî, büyük bir şöhret ve şeref içinde tedrisatına devam ederken, Bağdat’taki kürsüsünü, ahıbbasını, çok sevdiği ailesini birden bırakıyor; uzlet içinde riyazî hayata atılmak, tefekkür ve murakabeye dalmak için Suriye’ye doğru yöneliyor.

Gaziantep, en tabii bir uğrak yeridir. Bu tarih, 488 sene Hicrîsine tesadüf etmektedir. Şu tarihe de bakarak, yukarıda söylediğimiz gibi Düklük'ten mahkeme-i şer'iye sicillinin Antep’e intikali, Antep'te evvelce bir mahkemenin bulunmayışından değil; Tılbaşar ve Burç gibi burada da mahkemeye lüzum görünmeyişinden ileri gelmiştir.

Gaziantep’in şark ucunda Hamam Gazâlî denilen bir su vardır. Yüz kadar basımla inilir. İmam Gazâlî’nin burada istihmam ettiği anlaşılıyor. Önce burası da bir ziyaretgâh idi. Bu su, bir kaynak olmayıp hususî tertibat ile getirtilmiştir. Demek oluyor ki şehir, 488 Hicrî (Milâdî 1095) tarihinde şarka, doğru şimdiki kadar münkeşif bulunuyordu.

Halk, buraya İmam Gazâlî’nin kardeşinin makamı derler, hasta ve sıtmalı olanlar bu suda yıkanırlardı.

Hâlbuki İmam Gazâlî’nin kardeşi, kendisinden sonra Bağdat’taki kürsüsünü işgal etmiştir. İsmin delâleti de İmam’ın burada yıkandığını gösteriyor.

Memlekette Yuşa Peygamber'in de ayrıca bir makamı yardır. Bu da ileriden beri sürüp gelmektedir. Şu rivayet ve anane memleketin tarihini Milattan çok gerilere götürüyor. [4]

Eskiliği herhangi bir bakımdan şüphe götürmeyen bu kalenin, arkasında yığılı olan asırları birer birer sayma başlangıcı kâfi surette tespit etmek bugün mümkün değildir. Yukarıdaki yazılardan anlaşıldığına göre ta Hititler’ in zamanına dayandığına hükmedilirse hatalı bir hareket yapılmış olmaz.

Kalenin yapılışındaki büyük annelerimizin dilinden işittiğimize göre bir de hurafe vardır.

Güya bunu bir kral kızı yaptırmış. Bitmek üzere bulunduğu sıralarda aşağıdan bir cenaze götürürlermiş. "Bu, ne?’’ diye sormuş.

"Ölü!’’ demişler. "Ya! demek ölüm varmış bırakın öyleyse’’ demiş.

Şu hurafenin sonradan uydurulma bir şey olduğu anlaşılıyor. Ölüm karşısında faaliyeti gıcıklayacak yerde atalet telkin ediyor. Madem ki ölüm var, hiç bir şey yapmamak gerektir gibi yanlış bir zihniyet taşıyor.

Antep’in 800 tarihinden sonra inkişaf ettiğini yazanlar, gözlerinin önündeki canlı delilleri nasıl olmuş da görmemişlerdir? Antep’in çok evvelden beri mevcut ve münkeşif olduğunu yazarken en mühim bir ciheti unutmuş idik. Bunu, bize hâlâ mevcut bulunan Antep camileri pek açık ve katî bir surette göstermektedir.

Bostancı Camii 982, Ömeriye Camii 706 Hicrî tarihlerinde tamir görmüş. Boyacı, başka bir adla Kadı Kemaleddin Cami 608, Beşinci, bugünkü söylenişe göre Bişirici Camii 681 Hicrî tarihinde yapılmıştır.

Bostancı Camii, gene bugün şehrin şimal ucunda; Ömeriye Camii, Alleben’e doğru hemen hemen garp ucunda; Kadı Kemalettin şark ucunda; Bişirici Camii, şehrin şark ve şark-î cenubî uçlarında bulunan Şehreküstü Mahallesi civarındadır.

Demek oluyor ki Antep, daha o zaman bugünkü genişlikte bulunuyordu. Bu eserler hakikatin bugüne kadar yaşayan, sarsılmaz, itiraz kabul etmez katî ifadeleridir.

Hikmet Turhan yazılacak bir Antep tarihinin şöyle tasnifini teklif ediyor:

1- Milâda kadar Antep tarihine bir bakış - Hitit, Asurî, Aramî, Acem, büyük İskender Roma idaresi altında Antep.

2-Milattan Osmanlı Hâkimiyetine Kadar Antep - Bizans, Arap hâkimiyeti, Selçuk Türkleri ve Haçlılar seferinde Antep, Antep’te Mısır hâkimiyeti ve Antep’in Osmanlı Türkleri tarafından fethi.

3-Antep’in Osmanlı Türkleri tarafından fethinin mütareke devrine kadar olan başlıca tarihî meseleler.

4-Müterakeden 337 Ankara itirafnamesine kadar Antep vakayii Gaziantep müdafaası.

5-Cumhuriyet devrinde Antep

6-Antep kitabeleri (cami, mezar taşları, han, sebil ve saire)

7-Antep büyükleri (alimler, şairler, meşayıh, askerler ve saire)

Bunlardan dördüncüsü bir arkadaş tarafından yazılıyor. Yedinci Şakir Sabrı'nın himmetiyle hemen hemen tatmin edilmiştir.

Fakat bu geniş çerçeveyi doldurmak bir zaman meselesidir. Halk evinin muhtelif şubeleri değerli gayretler göstermektedir. Bir gün bu emellerin husul bulacağına hiç şüphemiz yoktur.

Bunlardan birincisini, ikincisini , üçüncüsünü yazmak mümkün olsaydı, bizim işimiz olacaktı. Fakat eldeki sermaye o kadar azdır ki biz buna "gayri kabili taksim" diyeceğiz. İzale-i şüyû icap ederse, ihalesi her hâlde Hikmet Turhan üzerine yapılacaktır.

Biz, dar bir sahada, şuradan buradan derleyip topladığımız malûmatı dürüstçe bir surette ifade edebilirsek, bizim içi bir muvaffakiyet demektir.

Antep ve havalisinde bulunan eserlerden ve büyük bir Hitit merkezi olan Kargamişe yakınlığından burasının çok eski zamandan beri Hititlerle meskûn olduğuna şüphe bırakmıyor. Türklük, burada bidayeti bulunamayacak bir zamandan beri yerleşmiş; birbiri üzerine gelen akınlarla, kökleşmiş, kuvvetlenmiş. Irkın karakteri, lisan, âdet ve ananesi, ilcaatı zaman ve müessiratı, tarihiye ile aşınmaz ve sarsılmaz bir hâle gelmiştir.

Hikmet Turhan bize bir yazısında profesör Garstang (Hititler yurdu Lande of Hittites) adındaki eserinden şöyle bir parça naklediyor:

Dağa yakın Antep köylüleri daha serbesttirler. Bu köylülerin Türkmen olduklarını zannederim. Fakat yüzlerinde öyle bir şey vardır ki Hitit portrelerini hatırlatıyor. Hele bu hal kadınlarda hissedilir derecede görülmektedir. Bazı erkeklerin yüzleri tamamı ile Hitit tipidir. Bu herhalde kendilerinden evvel yaşamış bir kavinde karışmış olmalarından ileri,gelmiştir. Dağ köylerinde şayanı dikkat simalarla karşılaşırız ki Hititler için Mısır üskültürlerinde gördüğümüz portrelerin bunlar vazıh birer modelidir.

Bunların karakteristik halleri; kalın kuvvetli bir burun, geriye kaçmış bir alın, arkası yuvarlak bir kafa, kalın dudaklar, ağır bakışlar, kalın ve kıssa fakat enerji ifade eden bir vücuttur. Küçük Kızılhisar'da [5] aldığımız fotografiler ve gördüğümüz adamlar bize bunu göstermiştir.

Hititler idaresinde Antep nasıl yaşadı? Ne gibi vakalara şahit oldu?

Buna dair bir şey bilmiyoruz. Yalnız coğrafî vaziyetine geçmiş eski ve büyük medeniyetlerin inkişaf sahalarına bakarak burada birçok maceraların geçtiğine inanmak icap eder.

Gaziantep, pek kıskanç olduğu istiklâl ve hususiyetini muhafaza için kim bilir, son zamandaki ünlü savaşlarından kaç tanesini yapmıştır? Böyle olmasaydı burası da bazı şehirler gibi yabancı harsler altında ezilir kalırdı. Şu netice, bu memlekete çok büyük bir Türklük kıvancı vermektedir. Bir gün Hititlerin yazısı okunur ve bilhassa yukarıda taf­silâtı geçen (Antep taşı) deşifre edilirse, bu mevzuu aydınla­tacak malumatın bulunması mümkün olacaktır.

Antep’in tarihî ismi olan Dülük'ün pek eski zamandan beri Turanî olan Hititler tarafından tesis edildiğini İngiliz akademi azasından (David Corc Hofart) bildirmektedir.

Hititlerin büyük bir merkezi olan Karkamış bugün Antep mülhakatından olup ancak yetmiş kilometrelik bir mesafede vakidir.

Hikmet Turhan’ın makalesinden alıyorum:

Antep, Hititlerin Doliche dedikleri bir şehridir. Boğazköy'de büyük Hitit devletinin başında bulunan üçüncü (Hattuşaş) 'ın oğlu büyük kral (Şuppılulıuma), milattan 1357 sene evvel Karkamış’ta yeni bir krallık teşkil etmişti. Antep, Dülük, Halep, Hama gibi şehirler bu krallığın teşekkülünden sonra vücuda gelmiş şehirlerdir.

"Milattan evvel on üçüncü asırdan yedinci asra kadar Antep, Hititlerin kuvvetli merkezlerinden birisiydi..."

Antep’i ilkin Asur kralı ikinci Sargon (721—705), daha sonra Büyük İskender ordusu harp etmiştir.

Milattan sonra Ponpe 65 tarihinde burayı fethederek Roma’ya tâbi kıldı.

"Sonra burası (Antiochia ad Tourum) ismiyle Romalılara tâbi küçük bir krallığın merkezi olmuştu.

"Yunan ve Roma halis Anadolu toprağı üzerinde kurulmuş olan Antep’i mamur bir halde bulmuş fakat harap ola­rak bırakmıştır. Anadolu’daki bir çok şehirlerimiz şarktan, Orta Asya’dan gelen büyük Türk soyuna mensup insanlar tarafından yapılmıştır. Yunan ve Roma haksız olarak bu şehirlere, mamurelere isimlerini vermiş üstelik birde buraları harap etmiştir... Antep’te Hititlerin zamanından beri malûm bir şehirdir..."

Almanyalı Hititolog Doktor Basel ve İngiliz heyet şinaslarından Hogart, Alman profesörlerinden E. Mezer buraların Hititlerin Luvî kıtasından olduğunu söylemektedir.

Dülük Antep diğer bütün büyük şehirler gibi milat ihtidasında birer haraba haline gelmiştir, Tıpkı Asur, Babil Urfa Telbassib yahut Telbaşeri) gibi...

Dülük ismi üzerinde biraz durmak faydalı olacaktır.

Yunanlıların, Romalıların, Dolichenüs veya Dolicheniyüs dedikleri Jüpiter mabudu, bütün ilim âlemi için henüz halledilememiş bir mevzudur. Tuna havalisinde bulunan tunçtan yapılmış bu mabut, bugün Budapeşte müzesindedir. Bu ilahın, bir vahşi hayvan üzerinde durmakta olduğu görülmektedir.

Bütün şark ilahları, birer vahşi hayvan; meselâ bir aslan veya sadece bir geyik, keçi ve saire üzerinde olarak görülebilir.

Büyük İskender ordusunun en mühim işi, garbe şark dinini, şark meniskini, şark dini ananelerini ve şark mitolojini ve şark medeniyet ve kültürünü götürmek olmuştur.

Dülük ve Antep’e uğrayan bu ordular bu iki yeri tahrip etmiştir. Mabedlerde bulup nakledebildikleri heykelleri beraber götürmüştür.

Hikmet Turhan bu havalide (1890) senesinde dolaşan Karl Humman ve Otto Puckştien isminde iki Almanın yazdığı bu eserden şöyle bir parça naklediyor:

Antep’in Milattan sonraki vaziyeti de karışıktır. Bu devreyi de aydınlatmak için çok uğraşmak lâzımdır. Antep’in İslâm hâkimiyetine geçişi ve Haçlılar Seferi'ndeki vaziyeti hakkında İslâm tarihlerinden hayli malûmat elde edilebilir. Lâkin bunları tasnif etmek, bir sıraya koymak da kolay bir iş değildir.

Büyük Ansiklopedi, Dülük kelimesi altında şunları yazıyor: Jüpiter’in mahlası olduğu Tuna havalisinde bulunan abidelerden anlaşılmıştır. Aslen Suriyeli olan bu dinin ayini, bu ha­valiye şark garnizonlarında bulunan lejyonlar tarafından ithal edilmiştir. Bu abidelerin en maraklısı, 1815'de Macaristan bir komitesi olan Bottyan şehrinde bulundu. Şimdi bu abide, Budapüşte'de Millî Müzede mahfuzdur. Gümüş yaldızlı olup tunçdan yapılmış, ihram şeklinde olup kalem ve çekiç ile işlenmiş.


[1] Bakkallar eskiden beri külek ve mahralarının birbirine karışıp kaybolmaması için hususî damgalara maliktirler. Şekli mahsûsu haiz olan bu demir parçalarını ataş oluncaya kadar kızdırır, külek ve mahralara tatbik ederler.

[2] Buna, burada önce dikkat eden, şimdi Adana Âsâr-ı Atîka Müzesi Müdürü Bay Ali Rıza olmuştur.

[3] (1) Bay Turhan'ın makalalesinden.

[4] Yuşa Peygamber Milattan evvel 1680 tarihinde Mısır’da doğmuş. Musa’dan sonra Benî İsrail'in başına geçerek Kenan elini fethetmiştir. Ölümü Milattan evvel 1570.

[5] Antep’in bir saatlik garbinde bir köy.