(Geçen sayıdan devam)

Bu vahim olaydan hemen sonra da Çanakkale Savaşları başladı (18Mart). Doğuda bu savaşlar senelerce sürdü. Doğu vilayetlerimizdeki halkta bu zaman içinde çile doldurdu. Kâh çarpıştı, kâh çekildi. Fakat asla yılmadı. Bu mücadele Ruslarla, 1917 yılında yapılan (Brest-Litovsk) muahedesine kadar sürdü. Bu muahede ile Ruslardan Ardahan, Batum ve Kars vilayetlerimiz geri alındı.

Bu tarihten sonra da lefakeş milletin çilesi dolmadı. Bu sefer de Ermenilerin ve nankör milleti arkadan destekleyen milletlerin zulmüne zaman zaman sahne oldu.

İşte bundan sonra anlatacağımız olayların hepsi, kâh Ruslara karşı, kâh Ermenilere karşı cereyan eden hakiki duyuş ve mücadele safhalarını canlandıran hikâyelerdir.

Rusların ileri hareketlerinin başladığı sıralardaydı. H. Musa Bey, bütün çeteleri beylerinin kumandasında birleştirmiş ve Rusları daha güneye geçirmemeye ahdetmişti. Eteklerine dayandığı dağlarının vefalı manzaralarına ve havasına doya doya kanarak, Rusların güneye sarkmalarını ve esas müsait mevkilere girmelerini bekliyordu. Güneye doğru göç eden köylülerden olduğu gibi ayrıca hususi raporlar geliyordu.

Civar köylerden Hacı Musa Bey ile istişare için gelmiş olan bütün beyler ve yanlarında çeteleri, pür silah olarak tavladan atlarını çekerek, kararlaştırılan plan dahilinde, çevrelerindeki önemli stratejik noktaları tutmak üzere dört nala yollara düştüler...

Ertesi gün Hacı Musa Bey, kardeşi Kasım Bey’i yanına çağırttığı zaman gençten birisi içeri girerek:

- Kasım Bey köşkte yok efendim, dedi.

- Nerede? Nereye gitti?

- Efendim Kasım Bey, şafakla beraber yanında bir çete olduğu halde kuzeye doğru gittiler.

- Peki giderken bir şey söylemedi mi?

- Söyledi efendim.

- Ne söyledi?

- Kuzeyden gelen düşmanın durumu hakkında daha tafsilatlı malumat edinmek için gidiyorum, dedi. Merak etmeyin, birkaç saat sonra dönerim atladı atına ve karanlığa karışarak gözden kayboldu.

Gencin anlattıklarını can kulağıyla dinleyen H. Musa Bey, içmekte olduğu kahve fincanını masaya vururcasına bıraktı. Cesur ve azimkâr bakışlarını bir an için bir noktada teksif etti. Birkaç dakika öylece durdu. Sanki tunçlaşmıştı. Alnındaki çizgiler, bazen geriliyor ve tekrar tabiileşiyordu.

Hacı Musa Bey, bu baleti ruhiye içinde iken posta erlerinden Asım:

Destur, diyerek huzura girdi. H. Musa Bey’e askerce selam vererek durdu. H. Musa Bey:

-Anlat bakalım oğlum, biraderim Kasım nice oldu, ne keşfetti?

Gelen çete eri hâlâ sık sık nefes alıyordu, bir kerede gördüklerini düzgün bir şekilde anlatabilmek için yutkundu. Sonra anlatmaya başladı:

-Efendim, düşman öncü birlikleri taaa ileri köylere kadar gelmişler. Bir kısım köylere kadar gelmişler. Bir kısım köylüler, mühacerete başlamışlar bile. Gelenlerin anlattıklarına göre pek yakında buraya geleceklermiş.

- Sonra?

- Bir de köylülerin gördükleri o düşman öncü birlikleri, kuzeydeki ırmakların üzerine köprüler yapıyorlarmış. H. Musa Bey bu kadar malûmatı kâfi gördüğünden çete erine:

-Peki oğlum, gidebilirsin.

Fakat sonradan aklına bir şey gibi gönderdiği çete erini geri çağırdı er geldi.

- Buyurun efendim.

- Bak oğlum doğruca biraderime git. Saat iki sıralarında bizi Kayacık Pınarı'nda beklesin. Anladın mı?

Çete eri: Anladım efendim.

Asım köşkten ayrılarak atına atladı. Asım’ın atına atlamasıyla köşkten uzaklaşması ancak saniye işi olmuştu.

Asım, gözü pek, cesur ve olduğu kadar da pazusuna gayet kuvvetli iri yarı bir babayiğitti. Bunun için posta olarak yalnız dolaşırdı. Kimseden pervası yoktu.

Aldığı vazifeyi bir an evvel başarabilmek için köşkten ayrılır ayrılmaz, köyün dışında bahçeler içinde evleri bulunan nişanlısı Güllü Şah’ı düşüne düşüne at sürerken karşıki sokaktan Güllü Şah’ın küçüğü Asım’ın önüne çıkarak:

  • Asım Ağabey nereye gidiyorsun böyle?
  • Hiç. Şöyle Kaya Pınarı'na kadar gidip geleceğim.

Gülnaz:

- Bize gelmeyecek misiniz, dönüşte?

-Kati söz değil Gülnaz. Fakat erken dönebilirsem, gelirim. Şayet gecikirse gelemezsem benim selamımı Güllü Şah’a ilet emi?

- Başım üstüne Asım Ağabey.

- Başın sağ olsun Gülnaz.

- Hadi git uğurun hayrola.

- Eyvallah Gülnaz.

Kim bilir o anda Asım sevgilisine, neler neler söylemek istiyordu...

Fakat, şimdi bunların sırası mıydı? Hayır, şüphesiz değildi. Ama her an için gönlünün sızısını duyuyordu. Kendi kendine bazı ideal fikirler ileri sürüyordu. "Kahrolsun insanlık düşmanları, insanlık bu mu? Niçin bu kadar insan kanı akıtılıyor? Her insanın normal yaşama hakkına neden mâni olunuyor veya mâni olmak şahsi ve zümre menfaatleri ön plâna alınıyor diyordu.

Bu fikirler kafasını bir ağ gibi kap­lamıştı. O hâlâ bu örgüye devem ediyordu...

Asım da dört ay evvel nişanlanmıştı. Harp çıkınca, artık evlenmeyi geri plana atmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Çünkü her şeyden evvel anavatan tehlikedeydi ve onu kurtarmak lazımdı... İşte bu bakımdan Asım biraz daha kuvvet buluyordu. Anavatanında bile yaşama hakkını tanımayan insanlara acımayı öğrenmişti. Bu milli hislerin heyecanı ile kendini bir ordu kadar kuvvetli hissediyordu.

Atalarımız boşuna dememişler: “Bir Türk cihana bedeldir.”

Bu sözün gerçek misâlini Türk milleti bütün dünya devletlerine karşı bir İstiklâl Savaşı'nı kazanarak ispat etmiştir.

Kaya Pınarı'na varmaya hayli zaman vardı. Atını tekrar dört nala kaldırdı.

Yazan: Öğretmen Faik NAS

(Devamı var)